Seçime bir hafta gibi kısa bir süre kaldı. Değişik bir ortam. Toplumda, toplumun günlük yaşayışında göze çarpan bir farklılaşma görülmüyor, diyebiliriz. Buna karşılık, daha politize “kadrolarda” gitgide tırmanan bir gerilim görülüyor. Aslında toplumdaki durgunluğun da bir “aldırışsızlık” olduğunu sanmıyorum. O “görünüşün” ardında da derin bir tedirginlik ve bir bekleyiş yatıyor.
Niçin “tedirgin”, belli: bu seçim önümüze hangi yolu açacak, demokrasiyi mi, diktatörlüğü mü? Toplumdan aldığımız sinyallere göre bu sorunun cevabının “demokrasi” olma ihtimali gittikçe güçleniyor. Ancak o zaman bir başka soru ortaya çıkıyor: seçim usullere, kurallara uygun bir şekilde yapılacak mı, yapılabilecek mi? “Seçim öncesinde” yapılanlar, seçim” sırasında ya da “sonrasında” yapılabilecekler konusunda pek hayırlı görünmeyen belirtiler veriyor. Ben de bu endişelere erken kapılanlardan –ve bunu yazanlardan– biriyim.
Bazı arkadaşlarımıza göre bu yersiz bir endişe. Hatta büyük bir ihtimalle iktidarın seçim kampanyasının yaydığı bir düşünce biçimi. Yani, “Nasıl olsa iktidarı bırakmazlar” diyerek sandık başına gitmemeyi teşvik etmek için topluma pompalanan bir düşünce.
Bu düşüncenin geçerli olup olmadığını tartışmak ister istemez “spekülatif” bir etkinlik. Elde bir “bilgi” yok (böyle bir şeyin bilgisi nasıl olur ki?); ama “karine”si var elbette. Bu yazıda değinmek istediğim nokta, biraz farklı. Seçim yaklaştıkça, bu “karineler” çoğaldığı gibi “ne yapabilirler?” sorusuna cevap arayanların sayısı da arttı. Hani ayrı kilitleri olan, üç kilit bir araya gelmedikçe açılmayan kapıları söylüyorlar. Birisi düşünüp pencereden giriş olup olmayacağını soruyor. Bu gibi “ihtimal”lerin bazıları ya da birçokları fantastik olabilir.
Bazıları da pekala mümkün olabilir. Benim dikkatimi çeken tarafı, bir tarafın öbür taraftan bekledikleri... Yani “Bunlar, bunları da yapar inancı. Bu, son zamanlarda sıkça sözünü ettiğim “tek toplum” bağlamında aklıma geliyor. AKP iktidarı, evet, zaten birlik kurmakta çok zorlanan bir toplumda derin çatlaklar açtı. Bölünmede, birbirine yakın iki cephe olduğu görünümü çıkıyor. Dolayısıyla bu “iki taraf” ya da “cephe”, öbürü hakkında rakibinin söylediği bu sözlere inanmaya hazır.
İktidarın söyledikleri akıl alır gibi değil – hayvanlarla evlenmek “özgürlüğü” getiren yasalar çıkmasına hazır olun. Bunları yapanlar zaten “işgalciler”. Efendileri Kandil’de ya da Amerika’da oturuyorlar – nerede oturdukları çok belli değil; AKP hakkında AKP’nin hoşlanmadığı şeyler söylemelerine göre gah İsveç’den, gah Fransa’dan, gah Andorra’dan çıkabilirler. “PKK-FETÖ” sentezini yapmış bir “düşman” sözkonusu.
Planlanan ya da planlanması mümkün olan seçim hilelerini deşifre etmeye çalışanların çıkardıkları “kumpas” teorileri de bu ölçülere varmasa da, oldukça parlak. En azından, bunları çözmeye çalışanların hasımları hakkındaki değerlendirmelerini gösteriyor. Yani, şunları şunları yapmaya hazır olduklarını düşündüğümüz bu tıynette adamlarla aynı toplum içinde yaşamak da istemeyiz.
Ancak, “eşdeğer” bir bölünmeden söz etmiyoruz. “İktidarın söyledikleri” hakkında birkaç şey söyledim. Süleyman Soylu ile Binali Yıldırım’ın ağzından çıkanlardı bunlar. Ama “ağzından” bu tür sözler çıkanlar yalnız o iki kişiden ibaret değil. “Kitle” toplanmış, coşmuş, “Vur de vuralım” diye bağırıyor, Hulusi Akar “O günler de gelecek” diyor! Bekir Bozdağ “kutlama” üsluplarıyla ilgili. “Seccade” ve din düşmanlığı bütün bir koroyu harekete geçirecek bir konu. Cumhurbaşkanı’nın kendisi her gün yeni bir hakaret biçimi icat ediyor. Söylediği şeylerin ampirik gerçekliğe uygun olup olmadığı konusunda herhangi bir titizliği yok ve “düşman” cephe hakkında suçlamalarını sıraladıktan, muhalefeti “mevtalar” olarak mezara gönderdikten sonra halkımızın da ülkeyi böyle adamlara “teslim etmeyeceğini” söyleyebiliyor.
Derken Devlet Bahçeli “arz-ı endam” eyliyor ve şimdiye kadar duyageldiğimiz tehditlerin en açığını dile getiriyor: bu muhalefet “alsa alsa” vücuduna mermi alırmış!
Böylece Bahçeli ülkücü hareketin 70'lerde eriştiği şöhretin sözcülüğünü yapıyor, Veli Oduncular’ın, Ferhat Tüysüzler’in, Ağcalar’ın geldiği ocaktan geldiğini gösteriyor. O da bu şekilde çıkıp sözünü söyledikten sonra, “seçim güvenliği”nin “emin ellerde” olduğunu görmüş oluyoruz.