Son Düzlükte
Ömer Laçiner

14 Mayıs gecesinde Türkiye 2002’den beri ilk kez, AKP’nin inisiyatif ve söylem üstünlüğünü kaybettiği bir seçimin sonuçlarını görecek. Bu durumda seçime giren iktidar partilerinin kazanma şanslarının çok zayıf olduğunu gösteren yığınla örneğe rağmen, AKP iktidarının kesinlikle gidici olduğu henüz söylenemiyor ise, bunun başta gelen nedeni; muhalefette, özellikle de yeni iktidarın adayı Millet İttifakı’nda giderek güçlenen –istikrarlı– bir yükseliş trendi izlenemiyor oluşudur. Yani muhalefetin çok daha aktif ve görünür hale gelmesi kendi parlaklığının artmasından çok, AKP'nin sönükleşmesinin, iktidar ve parti olarak üzerindeki lekelerin artmasının sonucudur. Muhalefet, yeni ve denenmeye değer bir kulvar önerdiğinden dolayı değil, iktidarın son dönemlerini damgalayan icraatın apaçık olumsuz –özellikle ekonomik– sonuçlarına duyulan tepkiden besleniyor esas olarak ve propaganda kampanyasını da bu zeminde yürütüyor. Ama, seçim atmosferine girdiğimiz şu son bir yıldır devam eden bu propaganda, üzerine bir de iktidarın deprem sürecindeki berbat sicili binmişken bile muhalefete seçim zaferi güvencesi verecek kadar etkili olmuş gözükmüyor. Kamuoyu yoklamalarının ortalamasında toplam muhalefetin mevcut iktidardan 5 hatta 10 puan önde gözükmesine mukabil ortada hâlâ 10-12 puanlık bir “kararsız” seçmen kitlesinin olduğu dikkate alınırsa ibrenin ne yana döneceği hakkında kesin konuşulamaz demektir.

Aslında tüm seçimlerde, özellikle de bu gibi “kritik” seçimlerin son haftalarında propagandaların odağında bu “kararsız” kitle vardır. Dolayısıyla partiler rakiplerini kendilerini karakterize eden temel görüşler perspektifinden eleştirirken veya o görüşleri açımlarken söz konusu kararsız kitleyi etkileyeceğini varsaydıkları noktalara özel bir ağırlık verir, söz ve eylemlerinde bunu vurgulayan motiflere bolca yer verirler. Bunu yaparken elbette önce, o kararsız kitlenin nelere “duyarlı” olduğunu; daha doğrusu kendi –iktidar veya muhalefet– pozisyonları açısından hangi “duyarlılık”ları harekete geçirmenin elverişli ve “verimli” olacağına dair bir tesbit de yapmışlardır. Ayrıca eklemek gerekir ki; mevcut durumda her iki tarafın da bu kitlenin çoğunluğunu AKP’den uzaklaşanların oluşturduğunu varsaydığı görülüyor.

Muhalefet –özellikle büyük kesimini oluşturan “Millet İttifakı”– bu kitlenin uzaklaşma nedenlerinin siyasal, yönetsel, dini ve ahlaki olanlarına karşılık düşen –Saadet, DEVA, Gelecek– partileri kapsıyor olma “koz”una güvenerek propagandasını çok büyük ölçüde ekonomik duyarlılıkları “işleme” üzerinden yürütüyor. Ancak AKP’den uzaklaşmaya yetmiş ama muhalefet saflarına katılmalarına yetmemiş bütün bu temaları/duyarlılıkları bir kez daha işlemenin fazla bir getirisi olabilir mi? Ama şu anda –pek güçlü olmasa da– rüzgârı arkasına almış görünen muhalefet bu faktöre güvenerek çoğunluğun kendi saflarını tercih edeceğini pekâlâ umabilir.

Kendisinden uzaklaşanları “küskünler” diye tanımlayan AKP’nin onları tekrar kazanmak için yeni, özel bir hamle yapmaya ne gücü ne de niyeti var. Dolayısıyla da bu seçimde de propagandasını aynı temalar üzerine kurmakla birlikte, bunlarla verilen “kimliksel mesaj”ın öne çıkarılan yönünde ciddi bir farklılık var. Alınacak sonuçtan bağımsız olarak bu farklılık üzerinde genişçe durmak ve yorumlamak gerekiyor. Çünkü bu sayede AKP’nin iktidarını korumasının zaten bir karabasan olacağı ihtimalini bir yana bırakın; muhalefetin kazanması halinde, bu propagandanın şemsiyesi altında toplanmış –en iyimser hesapla– %35-40’lık bir toplum kesiminin hissedeceği ve uzunca bir süre davranışlarına yön verecek olan “kaybettik” duygusunun muhtemel sonuçlarını şimdiden hesaba katmak gerek.

***

Bu ülkede siyaseti bir futbol maçına, partileri futbol takımlarına, seçmenleri takım taraftarlarına, seçimli dönemleri de birer futbol sezonuna benzetirsek; AKP iktidarının ortalarına gelinceye kadar “normal” dediğimiz bir durum vardı. Bu tarihten itibaren değişim hızlandı ve özetle bütün normalleri giderek tek bir “norm”a indirgeyen bir sürece girildi. O norm da her şeyin iktidardaki parti –önceki sezonun şampiyon takımı– nasıl istiyorsa öyle olması diye özetlenebilir. Seçimlerde iktidar imkânlarının kullanılmasını kısıtlayan yasaların kaldırılması, YSK ve illerdeki seçim kurullarının tümüyle iktidara tâbi hale getirilmesi, mahkemelerin güçlü siyasal rakipleri tasfiye veya sindirmek için devreye sokulması vb. yığınla örnek bu “norm”un tezahürleridir.

Ancak burada asıl üzerinde durmamız gereken nokta; bu “norm”un yürürlüğe konulması ile birlikte iktidar partisinin kendisini, seçimi ve taraftarları ile kendisi arasındaki ilişkiyi tanımlama biçimine empoze ettiği içeriktir. Futbol benzetmesinden devam edersek; AKP artık kendisini sadece bir önceki sezonun şampiyonu olarak değil, aslında geçmiş tüm sezonların şampiyonu olması gerekirken “hak”kı yenmiş ve bundan sonra da bu hakkını muhafaza etmesi zorunlu bir parti olarak tanımlıyor, kıl payı farkla. Dolayısıyla –maç, futbol sezonu– seçim de bu hakkının devrevi tescilinden ibaret bir formalite olmalıdır aslında ama neyse… Ve bu durumda iktidar partisi seçmeni/taraftarı olmanın “eski” anlamı ve içeriği de değişmek zorundadır. Örneğin tuttuğu iddialı takım maç kaybettiğinde “önümüzdeki maça”, şampiyonluğu kaybettiğinde “önümüzdeki sezona bakacağız” diyebilen taraftar tipi kabul edilemez; olması gereken, aleyhindeki sonucun mutlaka bir haksızlık olduğuna peşinen hükmeden, bu hükmünün hiçbir gerekçesi olmadığında dahi “hiçbir şey yoksa bile mutlaka bir şey olmuştur” diyebilen tiplerdir.

Uzun sözün kısası, geldiği noktada AKP, icraatı, program ve iktidarda oluş özellikleri ile diğerlerinden ayrı/farklı bir parti olmanın yanısıra, seçmen/taraftar kitlesinin çoğunluğunu şu yukarda işaret edilen tiplerin oluşturduğu bir partidir. AKP-MHP ittifakı bu tiplere Türk milliyetçiliği rozetlileri de “eklemlemiş”tir ve onlar da “bize her şey hak ve mubah, diğerlerine de istediğimiz her şeyi haram edebilmeliyiz” mantığına zaten teşnedirler.

Gerçi ima ettik ama ayrıca belirtmek gerekir ki; bu taraftar/seçmen tipinde, o bildiğimiz –normal–  “sadık seçmen/taraftar” tipinde nadiren rastlanan bir özellik başatlaşmıştır. Kendisinin diğerlerinden “üstün”, dolayısıyla imtiyazlı olduğu peşin kabulüne dayalı bir davranıştır bu. Üstünlük gerekçesi ise sadece Sünni-Türk kökenli olmalarıdır. Ancak aynı kökende olup da AKP-MHP dışı eğilimlere yönelmiş olanlar “yerli ve milli” olmadıkları için bu kategorinin dışındadırlar.

Kolayca görüleceği üzere bu üstünlük iddiasının zihni ve ahlaki donanım zenginliği, yetenek ve beceri parlaklığı gibi –çabayla– edinilebilir, salt insana özgü niteliklerle hiçbir ilgisi yoktur. Üstelik bu kıstaslar açısından bakıldığında derin bir yetersizlik veya yetmezlikle malul olduğu korkusunu içselleştirmiştir de. O nedenle de rakipleriyle sözkonusu insani edinimler –bilgi donanımı, kullanım yeteneği, ahlaki değerler– üzerinden –gerçek– tartışmalara girmekten özellikle kaçınır. Bu nitelikteki eleştirilere cevap vermemek bu tavrın bir yönü ise, diğer yönü de eleştiri konusuna hiç değinmeyip kendince uygun gördüğü bambaşka bir konudan saldırıya geçmektir. “Soğanın fiyatı?” diye soran muhalefete “biz asma köprülerden, 2073 hedeflerinden bahsederken onlar tutturmuşlar soğan” diyebilen kafa, böylece kendini rakiplerinin çok çok üstünde bir konuma yerleştirmiş sayabilir de; kenardan bakan için bu tavrın komik bile denemeyecek bir gerçeklikten kaçış, sıvışma debelenmesi olarak göründüğü de apaçıktır. Elbette bu güya üsttenci tavrın baş uygulayıcısı Erdoğan’dır. Bu beyefendi uzun süreden beri siyaset platformlarında dengi, meşru muhatabı olanların birçoğunu, özellikle ülke muhalefetinin liderlerini muhatap almaya “tenezzül etmeyen”, bahsederken mutlaka küçümseme veya hakaret tınısı taşıyan ibareler ekleyen bir tutum sergiliyor örneğin. Her ne kadar bunu, kendisinin bir “dünya lideri” olup diğerlerinin bu yüce düzeyin çok altında olmalarının “doğal gereği” olduğu varsayımına dayandırmış görünüyorsa da, bu varsayım AKP-MHP kitlesi dışındakileri güldürebilir sadece. Ama hem Erdoğan’ın hem de taraftar kitlesinin bu varsayıma ve onun üzerine kurulduğu zavallıca çürük “büyüklük, üstünlük” iddiasına sımsıkı sarılmaktan başka çaresi kalmadı artık. Bu yüzden de içine girdiğimiz süreçte AKP-MHP propaganda çarklarının hemen tamamen bu “büyüklük” algısı oluşturma amaçlı işletileceğini gördük, göreceğiz. En ufak bir incelemede içlerinin ne denli boş, kof veya şişirme olduğu anlaşılacak o güya büyük hedefler, bu nitelikleri ile AKP-MHP kitlesinin o üstünlük iddiasının sahici içeriğini de yansıtmakta, onun uzanımında yer almaktadır.

Bu sadece kendinden menkul, insani içeriği zayıf ve bu zayıflığın korkusuyla sarmalanmış üstünlük iddiası, buna karşı çıkacak olanların epeyce bir yekun tuttuğu Türkiye’de sadece arkasında güçlü bir devlet –iktidar– desteği durduğu sürece ve ancak bir süre işlerlik kazanabilir. Üstünlük –daha doğrusu “elitlik-seçkinlik”– iddialarını salt insani niteliklerine dayandıranların buna pek ihtiyaçları olmayabilir ama günümüz AKP-MHP’sini oluşturan tipik taraftarların yıllardır yararlandıkları imtiyazlı statülerinin yegane dayanağı olan iktidarı –eşanlamlı saydıkları devleti– kaybetmeleri ihtimali, onlar açısından gerçekten bir “beka sorunu/tehdidi”dir. AKP-MHP blokunun oy desteğindeki düşüş trendi başladığından beri karşılaşılan her güçlüğün “beka sorunu” diye nitelenir oluşu da bu yüzdendir zaten.

Dolayısıyla önümüzdeki seçimin her iki tarafında –Cumhurbaşkanlığı ve Meclis– yaşanacak bir yenilgiyi, hele bunlar çok az farkla olursa kabullenmeleri, sindirmeleri hiç de kolay olmayacaktır. Bu bakımdan eğer muhalefetin kazanacağına dair emareler son bir iki haftaya girilirken fazlalaşırsa veya seçim sonucu muhalefet lehine az farkla olursa AKP-MHP taraftar kitlesinin –en ılımlı deyişle– “galeyana gelmesi”ne hazırlıklı olunmalıdır. Yani, AKP-MHP sultasına karşı yıllardır biriken tepki potansiyeli üzerinden yükselen muhalefetin; bu tepki bir zafer sevincine dönüşürken itidalini koruması, yenilgisini bir hınç patlamasıyla güya telafi etmeye zaten teşne o kesimi yapabileceği şirretliklerle baş başa bırakacak bir olgunlukla davranması son derece önemli ve gerekli olacaktır.