Seçim henüz tamamlanmadı; ama birinci turda görülen sonuçlar, siyasi eğilimlerin son dengeleri hakkında epey fikir veriyor. İkinci turun birinciye göre bir “sürpriz” yaratması ihtimali de yok değil. Şimdiye kadar beliren sonuçlar üstüne değerlendirme yapan yazarlar arasında, bu sonuçların milliyetçi bir kabarma gösterdiği yorumu üzerinde anlaşanlar epey kalabalık gibi. MHP ve İYİ Parti’den başka üçüncü aday Oğan’ın da hatırısayılır bir oy toplamasını böyle bir iddiayı destekleyen bir olgu olarak görüyorlar. Bu gelişmelerin muhalefet cephesinin dilini milliyetçiliğe daha fazla yaklaştırdığını da söylüyorlar ki bu yorum bana da doğru geliyor. Pek mutlu olduğumu söyleyemem böyle olmasından. Çünkü zaten epey savrulmuşlardı oraya doğru. Belki “savrulma” fiili yanlış; yani zaten oradaydılar. Daha önce de yazmış, söylemiştim: Türkiye’nin “ideolojiler sofrası”nda, milliyetçilik ana yemektir, onun dışında kalan bütün ideolojiler ise “garnitür”. “Liberalizm” bile Türkiye’de bu kuralın dışına pek çıkmaz.
Milliyetçilik bu seçimde AKP’yi de etkilemiş gibi görünüyor ki bu fazla şaşırtıcı sayılmaz. Bu toplumda öteden beri “milliyetçi-mukaddesatçı” diye andığımız sosyo-politik tavra alışığız; bu tavrın içinde dine ya da etnisiteye daha fazla ağırlık tanıyanlar da hep vardı ama bu çizgiler ancak 1960’larda belirtik bir biçimde ayrıştılar (“ayrıştılar” diyorum ama birçok kere aynı kampın içinde bulunmaktan fazla rahatsız olmadılar). Şu sıralar revaçta olan milliyetçilikte “Kürt düşmanlığı” baş köşede. Bu, Erdoğan ve onun iktidar ortaklarının “beka” temasını seçim malzemesi olarak kullanmalarını sağlamak üzere el altında bulunduruluyor. Erdoğan öncelikle “liberal-demokratik” tamlamasına yakın duran bir muhalefeti toplumdan silmeye kendini bağıtlamış gibi görünüyor. Bunu başarırsa, etkisizleşmiş HDP’nin etkisinden çıkmış Kürt nüfusla daha iyi ilişkiler kurmaya yönelebilir (başarılı olacağını sanmıyorum). Ama ortaklarında Kürt düşmanlığı daha sağlam ve kalıcı bir yere oturan bir tavır. O çizgi için (yani MHP, BBP v.b. için) bunun değişmeyeceğini sanıyorum.
Aynı şey daha gevşek bir ideoloji olan “milliyetçi-mukaddesatçı” için de geçerli. Daha gevşek ama o nedenle daha kavrayıcı ve daha kalıcı. Dini ideolojinin özellikle etkili olduğunu görüyoruz. AKP’nin siyaset sahnesine çıkmasına kadar –yani İslamcı siyasetin Necmeddin Erbakan ve “Milli Görüş” hegemonyası altında toplandığı dönem boyunca– bu çağrının bu kadar güçlü olacağını beklemiyordum.
Şüphesiz bir tek ideolojik çağrı siyaset dünyasında kitlelerin yönelecekleri yönü seçmelerinde etkilenecekleri tek etken değildir. AKP’nin Milli Görüş’le kıyaslandığında onun hiçbir zaman erişmediği oy oranlarına ulaşmasında belki her şeyden fazla yürüttüğü ekonomik politikaların payı oldu. Burada “Beşli Çete” önemli bir rol oynuyor ama yalnız o değil. Daha önceki “üleşim” mekanizmalarında kenara itilen Müslüman sermayeye çok imkan tanındı bu iktidar boyunca. AKP daha “radikal” ya da daha “tutarlı” Müslüman olduğu için değil, ideolojiyi bu “ekonomik menü” ile birlikte sunabildiği için böyle başarılı olabildi.
Ama son durumda “başarı hikayesi” bitmiş gibi görünüyor.
Gene de, AKP’nin bu toplumda dayandığı birçok temel var; ona imkanlar sunacak birçok kaynak var. Dolayısıyla, muhalefetin, bu AKP-MHP ittifakının (küçük ortaklarını da hafife almamak gerekir) çekmek istediği yere sürüklenmekten sakınması gerekiyor. “Altılı Masa” demeye alıştığımız blokun seçim sonrası akıbeti üzerine bir tahminde bulunamıyorum, ama Kemal Kılıçdaroğlu’nun şimdiye kadar izlediği yolun sağduyunun işaret ettiği yol olduğu kanısındayım.
Her neyse, seçimin önümüzde açar gibi olduğu yolda bizi çetin dönemeçlerin beklediği kesin.