Seçimler bitti. Kimseyi suçlamadan, sorumluluğu kimseye yüklemeden, basmakalıp ve kolaycı analizlere sapmadan, günah keçileri ve kurbanlar yaratmadan, intikamcı, misillemeci jestlere kapılmadan şimdi büyük resme bakmalıyız asıl. Bizzat olgunun kendisine, karmaşık toplumsal/politik/kültürel/psikolojik süreçlere, yapısal/bünyevi nedenlere. Kendi üzerimize düşünmeliyiz enine boyuna, topluca, hep birlikte. Türkiye toplumu üzerine. Yaptığımız seçimlerin nedenleri ve sonuçları üstüne. En temel soruları sormalıyız en baştan başlayarak: Ne haldeyiz, niçin bu haldeyiz, toplum olmak ne demektir, gelecekte nasıl bir toplum olmak istiyoruz, her şeye rağmen bir arada kalmanın ve yaşamanın usul ve araçlarını nasıl yaratacağız, bizi bekleyen muhtemel geleceklere dair fikirlerimiz nedir, ortaklık ve farklılıklarımızı nasıl ele almalıyız?
Birbirinden böylesine kopmuş ve uzaklaşmış, tam ortadan bölünmüş bir toplum olmanın sebep ve dinamikleri üzerine yeniden düşünmeliyiz. İki karşıt kampa ayrılmış olarak, demek karşılıklı olarak birbirlerinin korku ve endişelerini, hassasiyetlerini, dertlerini, özlemlerini hiç merak etmeyen ve umursamayan insanlar olarak yaşamanın hiçbirimize herhangi bir yararının olmadığını görmüyor olamayız? Duygulanımlarımız, heyecan, sevinç ve kederlerimiz birbirine böylesine yabancılaşmışken bir toplum olma vasfını çoktan kaybetmiş sayılmaz mıyız? Bu denli farklı motivasyon, beklenti ve arzuya sahip bireylerden müteşekkil bir kitle nasıl bir toplum oluşturabilir ki zaten? Böylesine yarılmış/bölünmüş olmayı daha ne kadar taşıyabiliriz? “Sanki bütün bireylerin hastalığını kendi üstüne almış” (Adorno), ve bu yüzden aşırı uyarılmış bir toplumun eninde sonunda enerjisini ve kaynaklarını tüketerek dağılmaktan ve üstümüze göçmekten başka nasıl bir akıbeti olabilir ki?
Belki de çok farklı süreçler, sebepler, dinamikler, temalar söz konusudur ve bunların her birini aynı yaklaşımla ele almaktan ve tümünü tek bir düzleme taşımaktan geri durmamız gerekiyordur.
Seçim sonuçlarının belli olmasının ardından Nesin Vakfı’nda yaşananlar şöyle:
“Yandaki tarikat şu anda hoparlörlerini Vakf’a yönlendirmiş durumda, yüksek sesle Mehter marşı gibi bir şey çalıyor. Silah sesleri, maytaplar, yüksek sesli müzik ve ışıklar. Arabalar ışıklarını açmış, korna çalıyorlar. Çocuklar uyanmış ve korkuyla alt kata inmişler. Küfürler gırla…”
Oradakilerin çocuk olduğuna, uyumuş olabileceklerine, çok korkabileceklerine, dehşete kapılabileceklerine filan aldırmadan sergilenen bu hınç ve nefret davranışıdır asıl meselemiz. İnsanlık kaidesinin dışına çıkmayı, insanlığını yitirmeyi böylesine kolaylaştıran bu çürümüş, korkunç manevi iklimdir.
Kazanılan bir seçimden sonra toplanan kalabalığın sevinçle, neşeyle kendi kutlamasını yapmak yerine “Selo’ya idam” sloganlarıyla kendinden geçmesidir asıl ürkütücü olan.
Birbirine hiçbir biçimde güvenmeyen, birbirini merak bile etmeyen, karşılıklı güven duyma ve bağ kurma kapasitelerini çoktan kaybetmiş iki taraf tanımlaması yeterli değil artık burada. Çeşitli vesilelerle birbirini aşağılamak, değersizleştirmek ve güçsüz konuma düşürmekten zevklenmek, karşılıklı birbirinin ıstırabından belli bir tatmin elde etmek çünkü bu. Zaman zaman bu tür kızgınlık ve öfke tepkileri için haklı ve geçerli sebeplerimizin olmasından ziyade, en nihayetinde kendine kahretme ve kendini güçsüz kılma ile sonuçlanan bu karşılıklı agresyon döngüsüne kapılmış olmamızdır asıl mesele. Bunun için karşılıklı olarak en uç, en sefil, en düşkün, en rezalet tavır ve davranışlara dikkat kesiliyor, onları bulup çıkartıyor, onları temsil edici örnekler olarak kaydediyoruz: Cehalet tutkusu, bilgi düşmanlığı, geri kafalılık, hınç ve kabalık pratiklerine ilişkin örnekler bir yanda, seçkincilik, kibir, gayrı-millilik, üsttencilik ve aşağılama pratiklerine ilişkin olanlar diğer yanda. Birbirine olumsuz, dışlayıcı ve yıkıcı anlamda muhtaç olma, eklemlenme ve yapışma döngüsünün sosyal medya platformlarında özellikle belirgin olması da bu yüzden belki. Bazı tarihsel/toplumsal dayanaklara (meşhur Fatih-Harbiye ikiliğine, “iki halklı toplum” yapısına işaret eden, onu tetikleyen kültürel/toplumsal tüm referanslar) sahip olsa da esasen karşılıklı fantazi ve kurgularımız tarafından edimselleşen ilişkisel bir ikilik bu. Verili ve mutlak olmaktan ziyade öteki kutup/Öteki sayesinde kurulan, birbirini yıkıcı anlamda besleyen ve var eden bir ikilik. Karşılıklı olarak hissedilen aşağılanma, hor görülme, reddedilme duyguları ve bu vasattan kaynaklanan kontrol kaybına ve yok olmaya ilişkin korkular tersinden/negatif bir özdeşleşme dinamiğinin sahnelenmesine yol açarak bizi aynı yerimizde sabitleyip duruyor. Liderle özdeşleşme ve bir olma fantazileri de aynı vasatta vücut buluyor. Tam da bu yüzden, hem katılaşmış ve kemikleşmiş bir görünüm arz eden hem de bazı bakımlardan basbayağı yapay, geçirgen, kırılgan özellikler taşıyan -dolayısıyla aşılmaya hayli müsait- bu ikiliğin, %52-%48 olarak formüle edilen bu aşırılığın içine, bir kutbuna yerleşmeden herhangi bir söz almak hiçbirimiz için mümkün olmuyor. Böylece dile gelen bütün hitaplar ve söylemler asla gerçek muhatabına ulaşmadığı ve işitilmediği gibi, tam aksine her seferinde bizi biraz daha kendi yerimize mıhlıyor, çiviliyor. Hakiki, açık, art niyetsiz, dolu bir konuşma gerçekleşemiyor. Bu yüzden, bunun dışında bir ilişki ve teması, birbirine doğrudan seslenmeyi, bunun farklı kanal ve araçlarını tasavvur bile edemiyoruz.
İktidar, güç, makam/mevki kavgasının, onca hukuksuzluk, yolsuzluk, adaletsizlik, usulsüzlük, yağma ve talanın faillerinin kışkırttığı ve yerleştiği tam ortamızdan geçen bu yarık ve bölünmedir. Ya da şöyle: Gözleri iktidar, güç ve para için yaptıkları yığınaklardan ve kavgalardan başkasını görmeyen tüm aktörler için, onlar bizi kolayca manipüle etsin ve oyalasın diye, biz çoktan hazır hale getiriyoruz.
Belki kolaycı ve kestirme bir yola sapıyorum. Olan biteni, bu feci, ümit kırıcı ve üzücü halimizi anlamak için ölüm dürtüsü kavramından medet umuyor, böylece bazı olguları ıskalıyor ya da düpedüz çarpıtıyorum belki. Yine de bu kavramdan yola çıkarak biraz daha düşünmek istiyorum.