Ölüm dürtüsü (thanatos), Freud’un kendi dürtü teorisine nihai biçimini verirken icat ettiği bir kavramdır ve yaşam dürtüsünün (eros) karşıtı olarak içimizdeki ölüm, dağılma, ayrılma ve parçalanmaya yönelik temel eğilimi temsil etmektedir. Freud, ölüm dürtüsü kavramı sayesinde, hem zihnin kendine yönelik yıkıcılığını hem de yıkıcılığa ve parçalanmaya yönelik bu içsel eğilimin geçici olarak dışarıya yönlendirilmesiyle ortaya çıkan, o yönlendirmenin ifadesi olan saldırganlığı açıklayabileceğimizi düşünür. Hayatlarımızda yaygın biçimde ve çeşitli kılıklar içinde sahnelenen tekrar etme zorlantısı (compulsion to repeat), acı veren deneyim, ilişki ve semptomlarımızı sürdürme ve muhafaza etme eğilimi, tedavide ortaya çıkan direncin faklı biçimleri gibi fenomenler ölüm dürtüsünün ifadeleridir. Daha büyük birlikler, süreklilikler, sentezler, bağlar ve kapsayıcılıklara yönelik eğilimleri temsil eden yaşam dürtüsü ve karşıt kutuptaki ölüm dürtüsü birbirine sıkıca bağlı bir dürtü çiftidir artık. Ruhsal hayatlarımıza hangisinin egemen olacağı ve asıl dürtücü güç haline geleceği o anki çevresel koşullara ve bizim o koşullardaki algılama, anlamlandırma, yorumlama ve etkileşim/tepki verme biçimlerimize bağlıdır.
***
Haz, insan psikolojisinin en önemli ve çetrefilli sorunlarından birisidir. Psikanalizin ilk yıllarında Freud, hazzın gerilimin boşaltılmasıyla aynı şey olduğunu, bunun en çarpıcı örneğinin de orgazm olduğunu düşünür. İnsan ruhuna, ruhun işleyişine egemen olan ilkenin “haz ilkesi” olduğunu varsayar ve bu ilkeyi mümkün olan en düşük gerilim durumuna ulaşmak ve bunu sürekli kılmak olarak tarif eder. Daha sonra, “haz ilkesinin ötesinde” yer alan bir şey ve söz konusu bu “öte yer/şey” ile ilişkili farklı bir haz biçimi olduğunu keşfeder. İlk teorisinde basit bir biçimde acı ile ilişkilendirmiş olduğu gerilim artışında da tuhaf bir hazzın bulunduğunu gözler, fark eder. Hem gerilimin azalması hem de artması durumlarında ortaya çıkabilen bu iki karşıt haz biçimini, o sırada eros ve thanatos olarak formüle ettiği iki farklı dürtüye (yaşam ve ölüm dürtüleri) bağlar. Bundan böyle artık insan ruhunu ve bedenini kat eden, amaçları ve işleyişleri tamamen karşıt iki dürtüden söz edecektir. İlkinde birleşme, bir olma, kaynaşma, büyük birlikler oluşturma söz konusuyken ikincisinde ayrılma, dağılma, parçalanma, çözülme, mutlak kayıp, ötekine ve kendine yönelik yıkıcı ve zarar verici davranışlar söz konusudur.
Her bir insan tekinin niyet, arzu ve heveslerinden bağımsız biçimde kendi rotasını izleyen iki dürtünün de kendi özgül haz biçimleri vardır. Demek birbirine karşıt olan, birbirini neredeyse nötralize eden, birbiriyle uzlaştırılmak zorunda olan söz konusu haz alma biçimleri nedeniyle her iki uçta da genellikle sonuna kadar gitmeyiz. En uç noktasına vardırılan herhangi bir haz deneyimi gerçeklikte oldukça nadirdir. Her iki yönde de ortaya çıkacak her türlü aşırılık ölümle sonuçlanabilir çünkü.
Ölüm dürtüsünden kaynaklanan, enerjisini ölüm dürtüsünden temin eden kendine zarar verici davranışların, kendine yönelik yıkıcılığın, kendini aşağılamanın ve cezalandırmanın hafif biçimlerine yatkınlık evrenseldir. Suçluluk duygusunun içimizdeki köklerinin evrensel niteliğini, bununla ilişkili basit ahlaki mazohizm görüngülerini de buraya yerleştirebiliriz.
***
Lacan’ın psikanalitik teoriye en önemli katkılarından biri Jouissance kavrayışıdır. Çevirmenler tarafından İngilizceye “enjoyment” olarak da çevrilmiş (Türkçe çevirilerde de keyif ya da zevk karşılıkları önerilmiştir), ancak çoğu zaman –kavramın içerdiği aşırı, travmatik karakteri muhafaza etmek için- çevrilmeden olduğu gibi bırakılmıştır.
Lacan’ın “dayanılmaz haz olan” diye adlandırdığı jouissance, aşırı haz ve acıya, hazzı büyüleyici bir yoğunluğa kadar büken fazlaya işaret eder: “Jouissance acının görünmeye başladığı düzeyde vardır. Ve biz biliyoruz ki organizmanın bütün boyutu –başka türlü örtülü kalacakken- yalnızca bu acı düzeyin deneyimlenebilir.” Örneğin arzu temel olarak eksiklik, varlıktaki eksik iken jouissance bir pozitiflik olarak, haz (pleasure) haz olmaktan çıktığında bedenin yaşadığı “bir şey” olarak ortaya çıkar. Bir fazladır ya da hazzın ötesindeki duyumdur. “Haz İlkesinin Ötesinde” dir. Arkadaşlıkla karşılaştırıldığında tutkulu bir aşkta var olan şeydir, misal. Arkadaşla birlikte olmak haz verici iken aşk ızdırap yüklüdür. Ama aşka eşlik eden ızdırap yine de hayatı daha değerli kılan, bizi daha canlı ve tam hissettiren tuhaf bir niteliğe sahiptir. Başka zaman yanlış, saçma, irrasyonel ve ahlaksızca bulduğumuz ya da kendimiz ve yakınlarımız için feci ve yıkıcı sonuçlarını tekrar tekrar gördüğümüz onca şeyi yapa geliyor olmamızın gerisindeki fazlalıktır jouissance. Lacan orgazm örneğini de verir, insanın sürdürmekten ziyade bitirmek istediği yoğun zevk uğrağı olarak.
Lacancı psikanalize göre jouissance’ın hikayesi kabaca şöyledir: Başlangıçta var olan, bebeğin annesiyle arasındaki birincil bağdır sadece. Mutlak çaresizlik ya da saf ihtiyaç içindeki bu organizma, bu proto-özne ile anne-Öteki tam/ideal bir birlik içindedir. İlk doyum deneyimidir bu. Memenin henüz bebeğin bedeninin bir parçası olmamak anlamında ayrı bir nesne olarak kurulmadığı “ilksel durumdur”. Bebek ile meme, özne ile nesne arasındaki ayrımın olmadığı bir tür mutlak kaynaşma hali. Anneyle bir olmanın harikulade zamanları; bebeğin anneden kendini henüz ayıramadığı, annenin memesi ve bedeninin bebeğin ta kendisi olduğu, mutlak örtüşmenin, eş-tözlü oluşun, eşzamanlılığın mükemmel örneği.
Demek ki bu başlangıç, ergenlik dönemi boyunca uzanan, bazı açılardan bir “kimlik krizi” formuna bürünen, günümüzde daha bariz olmak üzere cinsel kimlik karmaşasına yol açan, hem ebeveynleri hem de ergenleri çaresiz bırakan, en temelinde de ebeveynlerden ayrılma/bağımsızlaşma çabası yer alan çatışmalı ve patırtılı sürecin kendiliğinden ebeveynlere bir başkaldırı, onlarla ateşli bir mücadele ve onlara saldırı biçiminde ortaya çıkışının köken ve anlamlarını arayacağımız yerdir.
Memenin bebeğin kontrolü ötesindeki, onun ağzı ve dudaklarından ayrı bir nesne olarak kurulması daha sonra, deyim yerindeyse “olgudan sonra” mümkün olur. Yani, annenin mevcut olmadığı ya da ilgisini ve bakımı/beslemeyi esirgediği/ıskaladığı/reddettiği sayısız durumun ardından, kendi yokluğundan sonra meme bir nesne olarak kurulur. Nesne bir kez kurulduğunda, eksik meme bir nesne olarak zuhur ettiğinde başlangıçtaki o “ilksel durum”, ilkinde yaşanan “eksiksiz” tatmin, o ilk bağ artık bir daha tekrar etmeyecektir. Bebek kendini anneden ayırmaya başladıkça, meme, yokluğu dolayımından geçerek ayrı bir nesne olarak kuruldukça ilk temel bağ ebediyen kaybedilir. Bebeğin/çocuğun bir olma duygusuna yeniden kavuşmak, o kayıp parçayı yeniden elde etmek için ümitsizce çabalayıp duran bir özne olarak dile ve kültüre yerleşeceği eşiktir bu. Geride kalan bir tür safiyet ya da masumiyetin ebediyen kaybedildiği tarihsel bir eşik. Ama diğer yandan da aynı kayıp, demek ki, düşünceyi, düşünme yetisinin gelişimini tetikleyen zembereği kuracaktır. Çünkü düşünce için, “bir zamanlar gerçek doyum sağlamış nesnelerin kaybolmuş olması” gerekir. Bir bakıma “yok-meme” bir düşünce olarak geri döner. Diğer bir deyişle de bu, gerçek bir nesnenin ancak simgesel bir nitelik edindikten sonra, o simgesel kayıt sayesinde önceki virtüel/potansiyel varlığının edimselleşmesi ve gündelik gerçekliğin bir nesnesine dönüşmesiyle aynı şeydir.
***
Ölüm dürtüsünün edimselleşmesini, değişimlerini ve dolambaçlarını, özellikle de günümüz toplumsal koşullarında ne kadar mesele etsek yeridir. Kendimizi tüm ötekilerden radikal biçimde koparma/ayırma ve tüm ötekilere karşı ve izole bir varlık olarak konumlandırma, mutlak bir bireysellik ideali, kıyasıya ve yok edici bir rekabet, biteviye bir üstünlük ve yarışma ilişkisi içinde yer kapmaya ve var kalmaya çalışma, güçlerimizi, kapasitemizi ve performansımızı mütemadiyen en üst seviyede tutma ve sürdürme mecburiyeti… Bunların tamamı aynı zamanda tam bir tükeniş ve hınçla kendini yok etme ve kendine yönelik yıkıcılık halleri değil midir?
Serbest piyasa düzeninin kural, usul ve işleyişlerinin her türlü sınırı ve engeli yıkarak bütün hayat alanlarına nüfuz etmesi ve hakim olması, gasp ve talan ettiği her şeyi bir meta formunda yeniden biçimlendirmesi, onun vahşi yasallık biçimi olan “en güçlünün hayatta kalması” ve/ya da “altta kalanın canı çıksın” ilkesi”nin doğrudan ortak yaşamın, toplumun ve ahlakın gerekçelerine ve meşruiyet kaynaklarına saldırması ve onları yok etmesi, tam da ölüm dürtüsünün etkinleştiği uygun vasatın unsurlarından başka nedir ki? Aynı şeyi tam tersinden de söylemek mümkün: Tüm bunlar, doğrudan ölüm dürtüsünün temsil ve ifadelerinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, ölüm dürtüsünün etkinleşmesinden kaynaklanan hazzın paradoksal bir statüsü vardır. Yıkımdan, bağ ve ilişikilere saldırıdan temin edilen ürkütücü/çiğ bir hazdır ve çoğu durumda derin bir hasedin ifadesi olarak ortaya çıkar.
Şimdiki zamanı teslim alan ve belirleyen en çarpıcı şey simgesel evrenin zemininin çöküşüdür. Sözün düştüğü, geri çekildiği ve imgelerin her şeyi istila ettiği ve kendi suretinde biçimlendirdiği bir bolluk ve aşırılık zamanıdır bu. Bütün kerteriz noktalarından yoksunuz artık. Ürkütücü bir açıklık, düzlük ve genişlik uzamındayız. Akıp giden anlamları sabitleyecek her türlü referansı ve çıpayı kaybettiğimiz, bir şeyin her türlü anlama gelebildiği bir aralığa sıkışıp kaldık. Aşkın ya da etik bütün standartlarımızı kaybettik. Boşuna değil derin bir boşluk ve sıkıntı duygusundan muzdarip oluşumuz. Bize başlangıçları ve sonları anlatacak hikayeler çekildi hayatlarımızın kıyısından çoktandır. Kuru, tekdüze, içeriksiz pratikleri ve performansları çaresizce tekrarlayıp durmamız bundan. Bağımlılıklarımız, depresyonlar o yüzden. İnsan-öznenin sadece kendine-referansla tanımlanabildiği, kendi kökeninin yine öznenin bizzat kendisinin olduğu muhtaçlık, bir başınalık ve yalnızlığın karanlık çağı. Bireyciliğin ve teşhirciliğin patladığı, tarihin ve toplumsal süreçlerin ham bazı olaylara, data/veri setlerine indirgendiği, bütün kurumların –sendikaların, dinin, ailenin, devletlerin– yerinden edildiği ve dağıldığı… Belki de bu yüzden, toplumsal hayatın merkezinin boşalması ve toplumsal hayatı mümkün kılan ahlak/hukuk/yasanın ortadan kalkması. Bu korkutucu ve tekinsiz manzara, içine yuvarlandığımız ve kıstırıldığımız bu kara delik karşısında –yerlilik ve millilik kılıfına sokulmuş– en saçma hikayelere kanmaya çoktan hazır oluşumuz bu yüzden değil midir? Çareyi birbirimize zavallıca, hınçla ve nefretle saldırmakta buluşumuz, karşıt kutuplardayken bile bununla, aynı şeyle zevklenmemiz, bu bölünmüş ve dağılmış halimizi muktedirlerin kullanımı ve manipülasyonları için servis edişimiz, buna gönüllü oluşumuz?
Belki de içinde olduğumuz bu ağır ve kasvetli durumun en büyük faydası her birimizin en temel soruları sormaya başlaması olacak: İnsan olmak ne demektir? Diğer insanlarla paylaştığımız ortak insaniyet zeminini kuran temel vasıflar nelerdir? Bugün insanlık durumumuzun yeni bir krizinden mi söz etmeliyiz? Ne tür bir gelecek ufkuna ve hayaline sahip olmalıyız ki tüm bunlar salt felsefi/teorik bir meşguliyetten ibaret kalmasın ve ortaklaşa kurulacak yeni bir hayat ve dünya için pusula olsun? Önümüzde duran bütün soruların işaret ettiği şey çoktandır aynı artık. Sözün, kararların, hayatın, zamanın dışına sürülmüş, sesini kaybetmiş ve bitap düşmüş, kıt kanaat yaşamaya mecbur edilmiş hepimize hitap eden, bıkmadan usanmadan hepimizi aynı ortak amaçlar ve hedeflere, aynı ortak, eşitlikçi ve adil geleceğin inşasına çağıran sol siyasettir bu.
Kaybettiğimiz haysiyetimizi yeniden geri kazanma mücadelesidir sol siyaset. Aşağılanmış/aşağı düşmüş hisseden, gücünü, kendine duyduğu güven ve inancı kaybetmiş çeresizlik içindeki insanın haysiyetini, gücünü ve sözünü kazanma mücadelesidir. İnsanın haysiyetli bir varlık olarak ortaya çıkmasıyla kolektif olarak kendi kaderine, hayatına, geleceğine hükmetmenin özdeşliğini esas kılma mücadelesidir. Solun mevcut güçsüzlüğü, kafa karışıklığı, eylemsizliği, kavramlarını ve söylemini kaybetmiş oluşu günümüzün en kahredici ve hazin gerçekliğidir.