“Güçlü bir düşünsel vicdanın içinde, ahlaki süperego kadar, toplumsallık anının da payı vardır. İyi toplum ve iyi yurttaşa ilişkin bir anlayıştan doğar böyle bir vicdan. Bu anlayış sönmeye, silinmeye yüz tutarsa -kim hala körce inanabiliyor ki ona!- zihnin alçalma dürtüsü de frensiz kalır ve barbar kültürün getirip bireyin içine yığdığı bütün tortu yüzeye çıkar: Yarım eğitim, gevşeklik, teklifsizlik, kabalık.”[1]
Vicdan demek ki, acı ve yokluk içindeki çaresiz, güçsüz ve muhtaç herkes için içimizden yükselen harekete geçme itkisinden, kendinle ilişkinin dar çemberinden çıkıp kendinden öteye geçmeye, ötekinin varlığına ulaşmaya çabalamaktan çok daha önce belki de, onların tümünü kardeşimiz bilmeyi, insanlığı “çoğulcu birlik” ve kader ortaklığı olarak tanımayı emreden yüce sesin ta kendisidir. İçinde kendimizi iyi ve güvende hissetmeye teşvik edildiğimiz bencil çıkar ve endişeler dünyasını altüst eden o sesten sonra başlar insanın asıl hikayesi ve tarihi. Demek başlangıçta, ötekini olduğu haliyle ve saf ötekiliği içinde görme ve kabullenme inceliğinden sonra. O sese kayıtsız kalamamaktır insan olmak. Çünkü böylece, kendine gömülü kalmaktan, demek narsisistik libidinal ekonominin kapalı ve boğucu düzeninde kıvranmak ve oyalanmaktan kurtulup sevinçli bir genişlemenin ve açılmanın öznesi makamına yükseliriz. Kendinle eşzamanlı ve eş-tözlü olarak ötekini de var etme, özneler-arası bir uzamda, bir ilişki mekânında, bir ilişkisellik ağında var olduğumuzu fark etme, birlikte ve ortaklaşa dönüşüme uğrama, insanlığı, insanlık haysiyetini çoğaltma çabasıdır bu.
Ötekini/başkalarını daima pusuda bekleyen, daima uyanık olmamız gereken rakipler olarak görmeyi buyuran günümüz kültürünün tuzaklarından uzak durmalıyız demek ki. “Toksik” ilişkiler kurarak bizi travmatize eden, zevkimizi, mutluluğumuzu çalan, yoksun bırakan, hüsrana uğratan düşmanlarla çevrili olduğumuzu, dolayısıyla kendi bireysel tatmin ve narsisistik hazlarımızın yörüngesini izlememiz gerektiğini telkin edip duran kişisel gelişim sektörüne, “yapabilirsin, başarabilirsin, kendinin en iyi versiyonunu yaratabilirsin, sadece sen varsın ve değerlisin” medeniyetine, “insan insanın kurdudur” zırvalıklarına pabuç bırakmamalıyız.
İçimizdeki, demek kendi zamanını bekleyen cömertlik, şefkat, incelik ve sevgiyi cisimleştiren; onları nihai anlamıyla buluşturan ve başkalarına yönelmiş ilgi, tasa ve sorumluluk kapasitesine dönüştüren o kutlu sestir vicdan. İşitir işitmez, ne isek artık o olarak kalamayacağımızı bildiğimiz yeni bir benlik düzeyidir bu, kendimizle ve ötekiyle anlamını ancak sonradan ve belli belirsiz idrak edeceğimiz yeni bir karşılaşma anıdır. Bazen bu olur işte: anlamını tam kavrayamadığımız bir şeye doğru yine de sürüklenir, orada, yeni bir varlık düzeninde tarif edemediğimiz bir fazlalıkla büyüleniriz.
Demek, varolan bütün konum ve kimliklerin, bütün bağ ve ilişki biçimlerinin aşılacağı başka bir ruh ve hayat tasavvurunun/düzeninin eşiğidir vicdan. En temelde, kendini oluşturma -aralıksız bir oluş- sürecinin öznesi olan insandan söz etmek değil mi bu: En derin hakikatim geçmişte değil gelecektedir, kendi arzumla hükmedeceğim ve kuracağım gelecekte. Demek varlığıma ilişkin hakikatin ortaya çıkma imkanlarının indirgenemez nitelikte ve sonsuz oluşu da bu yüzdendir. Dahası, insanın geçmişi bile, belirli bir geçmiş zamanda gerçekleşen bir geçmiş olmaktan ziyade, bu sürekli oluş halinden, bir gelecek perspektifinden inşa olan bir geçmiştir.
İçimizdeki bir yer sayesinde öteki insanların/başkalarının acı, yoksunluk ve çaresizliklerini kendi acı, yoksunluk ve çaresizliğim olarak görecek/bilecek bir ruhsal kudret ve yatkınlık taşıyorum. Kendim, kendi benliğim ve bedenim, verili ve kısmi kimliklerimle sınırlı ve kayıtlı olmaktan çıkıp ortak ve evrensel insanlık zeminiyle buluşmak, “insanlık tektir” ideasını temsil etmek isteyen, bunun için huzursuzluk içinde öne atılan bir ruhsal kapasiteye sahibim. Demek sahip olduğum çeşitli fikir, ideoloji, statü ve kimlikleri aşan, onlara indirgenemez olan o fazlalıktır vicdan ve insan kimliğimin kalbindeki şeydir. O fazlalıkla, o yatkınlık ve kapasite ile karşılaşmanın ve onların böylece mümkün olan edimselleşmesidir sol.
[1] Theodor W. Adorno, Minima Moralia (Çev. Orhan Koçak-Ahmet Doğukan), Metis, 1998, s. 30.