Rusya ve Türkiye’nin Tarihlerinde Prigojin Vakaları
Orhan Koçak

Türk ve Kürt solu içindeki Stalinistlerin Prigojin Vakası’nda aynen Vladimir Putin’in tutumunu benimsediği görülüyor: Wagner diye bir şey hukuken yoktur, şu halde böyle bir isyan girişimini hiç olmamış sayabiliriz, ilgilenmemiz gerekmez! Türk solunun düşünmeyi reddettiği konuların toplam miktarı düşünülürse bu yeni “ihmal” cim karnında nokta bile değildir – iyi ama Kürt siyasal hareketine ne oluyor? Yeni Yaşam gazetesinde eski TKP’li Murat Çakır’ın iki cümlelik de olsa bir yorum sunması, mesela Birgün’den Ceyda Karan’ın (30 Haziran) yaptığı gibi olayı Ukrayna ve Batı gizli servislerine bağlaması gerekmez miydi? Ya da kılıf (rasyonalizasyon) ustalığını yine TKP’de edinmiş Veysi Sarısözen’den “Üçüncü Dünya Savaşı” kurgusu bağlamı içinde bir “açıklama” bekleyemez miydik? İlgilenmediler.

Karan’ın yazısı, güzel bir kılıf işlemi örneği olarak daha yakından bakılmayı hak ediyor: “Donbass çatışmasında Soledar ve ardından Bahmut/Artyomovsk’taki ‘yıpratma savaşının’ öncü gücü Wagner ve geçen eylülden beri ‘şefi’ olarak öne çıkan oligark Yevgeni Prigojin’in ‘intihar girişimi’ denebilecek eylemi çok kısa sürdü.” Ben daha önce bu yazarın Prigojin için (ya da herhangi bir Putin kodamanı için) “oligark” yakıştırmasını kullandığını hatırlamıyorum; ama yeni Rusya’da Kremlin’in çevresinde ve içinde toplanmış yiyicilerin zaman zaman böyle rütbe indirimine uğradığı, hatta içeri tıkıldığı oluyor ve propagandistler de söylemlerinde yeni duruma uygun tadilatlar yapıyorlar. Peki, Wagner çok daha eskiydi de Prigojin sadece “geçen eylülde” ve kimbilir hangi desiselerle “şef” görüntüsüyle öne mi çıkarıldı? Hayır, başından beri işvereni tarafından tastamam bu işle görevlendirilmişti. Ve bizim işimiz de mümkünse tek kurbanla günü kurtarmak ve Wagner’i aklamak.

Karan bir analist gibi değil bir apolojist gibi yazıyor; tek derdi, karşı tarafın haksız çıktığını görmek: “Emekli diplomatından düşünce kuruluşu uzmanlarına uzanan geniş bir cephenin sosyal medyaya saçtıkları analizlerin hükmü uzun sürmedi, 24 saat geçmeden hevesleri kursaklarında kaldı.” Oh olsun! Haksızlık etmeyelim, Karan’ın nesnel görünümlü saptamaları da yok değil. “Bir dönem Ankara’da da görev yapmış” eski bir Hindistan büyükelçisinin görüşüne katıldığını belirtiyor:

Bhadrakumar’a göre Wagner, Batı’da bulunan türden bir ‘özel askeri örgüt’ değil, bizzat Rusya devletinin uluslararası planda çıkarlarını korumak üzere yarattığı bir yapı. Sovyet döneminde ulusal kurtuluş hareketleri üzerinden giderken bu aygıtı yitirmiş ve Yugoslavya’nın ikinci büyük Slav ulusu olarak parçalanışını izlemek zorunda kalmış olan Rusya devletinin, görünüşte ABD ve Fransızların özel şirketlerine benzeyen ancak onlar gibi ajandalar edinmeden hareket eden bir yapı kurduklarını söylüyor. Bhadrakumar, Wagner’in misyonunu Amerikalılar yahut Fransızlar gibi siyasi liderleri öldürmek, rejim değişikliği ve taraf tutmak ajandaları değil, davet üzerine meşru hükümetlerle çalışmak şeklinde yürütmesine dikkat çekiyor. Ve geçmiş konjonktürde ‘akıllıca’ bir hareketle bu yapının başına askeri bir niteliği de bulunmayan Prigojin’in getirildiğini söylüyor. Şimdi Prigojin’in bu ‘ajandayı çalma’ girişimine karşın Wagner’in muhafaza edilmek istenmesini de bu duruma bağlıyor. Doğrusu Wagner’in ana hattı isyana katılmamışken, şu anda olan da bu.

İyi ama bu cümlelerden ABD, Fransa ve Rusya “özel şirketleri” arasında nasıl bir nitel “ajanda farkı” olduğunu anlayamıyorum ben. Fransa’nın kötü şöhretli lejyonerleri vardı eskiden, bugün de var; tıpkı Britanya’nın “SAS” ve ABD’nin de “Delta Gücü” ile “Donanma Fokları” türünden özel operasyon birlikleri olduğu gibi. Amerika’da ve başka yerlerde son otuz yılda Blackwater gibi “özel askeri yüklenici firmalarının” devasa bütçelere kavuşmasında birkaç etken rol oynamış görünüyor. Neoliberal dönemde devletin geleneksel işlevlerinin bir bölümünün özel sektöre devredilmesi (“outsourcing”) sadece PTT, elektrik ve havagazıyla sınırlı kalmadı, resmi baskı ve şiddet aygıtları da özelleştirmeden pay aldı (cezaevleri de kısım kısım özelleştiriliyor). Delta ile Blackwater arasında bir trafik başladı: şimdi patron olmuş eski resmi kontrgerilla komutanları ve James Bond’lar eski askerleri eğitiyor ve yine hükümetin gözetiminde dünyanın her yerindeki özel ve resmi müşterilere sunuyorlardı. Resmi hizmete geri dönenlere de rastlanıyordu, vatanseverlik gereği (ya da senatör seçilmek için). “Kurala dayalı düzen” kurgusu da pis işlerin belli bir hızla ve belli bir program dahilinde özele devredilmesini gerektirir. Ayrıca, savaşlardan çeşitli “travmalarla” döndüklerini iddia eden ve bolca kötü filme (Ahmet Hakan’ın sevdiği türden) konu olan “uyumsuz gazilere” rahatça suç işleyerek tedavi olmalarını sağlayacak bir ortam sunmak da fena fikir değildi. Bu açıdan, Blackwater türü paralı asker şirketlerinin personelinin önemli bir kısmının eski asker ve polis hükümlülerden oluşması da kaydedilmeli: IV. Ivan ve Kuyucu Murat’tan bu yana devletlilerin iyi bildiği gibi bir noktada bir damarın çatlamış, adamın da suç işleme alışkanlığını edinmiş olması gerekir.

Öyleyse nasıl bir fark olabilir Blackwater ile Wagner arasında? İkisi de (ama Wagner çok daha büyük ölçüde) birliklerini ipten kazıktan kurtulma heriflerle oluşturuyor. İkisi de (Wagner daha büyük ölçüde) devlet gözetimi ve koruması altında. İkisi de kendi resmi orduları ve istihbaratlarıyla günlük iletişim halinde. İkisinin de (ama Wagner’in daha büyük ölçüde ve özellikle Afrika’da) turizmde, nakliyatta, altın, petrol ve değerli maden yataklarında milyarlık yatırımları var. İkisinin de evleri, sarayları Renoir’dan Pollock’a kadar sanat yapıtları, gaspedilmiş antikalar ve pahalı silah koleksiyonlarıyla tıka basa dolu. Belki şudur aralarındaki tek fark: Blackwater’ın bir isyana kalkışması ABD’de hâlâ düşünülemeyecek bir şey, yeni Rusya’daysa Gorbaçov’dan sonra bu türden bir meşruluk sınırı oluşmadı, hatta Putin döneminde yasal olanla yasadışı arasındaki çizgi iyice bulanıklaştı.

Apolojistimiz, Batı’nın paralı askerleriyle Ruslarınki arasında çok önemli bir fark olduğunu yine de şöyle bir gerekçeyle iddia edebilir: Geçmişte “komünistler” ve “yol arkadaşları” Çeka’nın, Yejov ve Beria’nın hunharlıklarını “sosyalist anavatanın ne pahasına olursa olsun savunulması” inancıyla görmezden geliyorlardı, şimdi biz de “her şeye rağmen sosyalizmin kazanımlarının mirasçısı olan” (Karan’ın sözü) Rusya Federasyonu ve Putin iktidarı için aynı tavrı benimsemeliyiz. 90’lı yıllardan itibaren doğanları bilemem, ama sol harekete 60’lı, 70’li, 80’li, hatta 90’yıllarda katılmış olanların bu kadar kıtipiyoz bir gerekçeyle tatmin olacağını sanmıyorum, hele Putin’in her fırsatta Lenin’e ve 1917’ye saldırmasını izlerken. (Ama belki de çoğunluğu için yeterlilik önergesi kabul edilmiştir.)

***

Yine de herkesin tatmin olmadığını gösteren çok iyi bir yazı, şu anda cezaevinde olan ve hem Türk hem de Kürt solu içinde yer alan (2014-16 HDP yönetiminde bulunmuş) Alp Altınörs’ten geldi. Onu daha önce HDP basınında, Yeni Yaşam’da izlemiştik, artık Artı Gerçek’te yazıyor, bu yazı da orada çıktı (27 Temmuz 2023). “Wagner özel savaş çetesinin ağır silahlarla Moskova üzerine yürümesi,” diyor yazar, “Rus savaş makinasının çürümüşlüğünün açık bir kanıtı olmakla kalmadı. Aynı zamanda Rusya devleti ve ordusunun içinde Putin rejmine ‘muhalif bir aşırı-sağ kanadın varlığını da sergiledi. Putin şimdi, Wagner hukuken yok hükmündedir, yasal olarak kurulmuş böyle bir şirket yoktur diyor. Demek ki Rusya, yasadışı bir oluşumun eline tanklar, toplar, uçaksavarlar ve türlü çeşitli ağır silahlar vermiş!” Garabetin özlü bir tasviri. Aktaracağım şu uzun pasaj, Altınörs’ün şu anda böyle bir yazıyı niçin Yeni Yaşam’da bile yazamadığını belli ediyordur belki.

Wagner, Rusya’nın örtülü dış harekatlarını yürütmek üzere bizzat Putin tarafından kuruldu ve başına “en güvenilir” adamı, eski bir kriminal olan Yevgeni Prigojin getirildi. Özel savaş çetesi Wagner belli bir noktada kontrolden çıkarak bizzat kendisini yaratan Putin rejimine yöneldi. Altın madenleri gibi son derece büyük parasal kaynaklara sahip, yarı-ordu karakterinde örgütlenen bu çeteye, daha birkaç yıl öncesine kadar Rusya yanlısı yazarlar “Putin dehasının bir ürünü” gözüyle bakıyordu. Zira Wagner, Kırım’ın tek kurşun atılmadan ele geçirilmesi, Libya’da Hafter milislerinin başkent Trablus’a kadar ilerlemesi, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Mali’de Rusya’nın çıkarlarının korunması gibi son derece kritik işlevler üstlenmekle birlikte övülüyor ancak işlediği suçlar Rusya’nın hanesine yazılmıyordu. Uyguladığı kirli savaş teknikleri yargılanmıyordu. Wagner, Putin’in deyimiyle “hukuken yok” idi; ama fiiliyatta vardı. Ve giderek büyüyordu. Sıktığı her mermi, akıttığı her damla kan bu “özel silahlı şirket” (ÇVK) için kâra dönüşüyor, onun kasasını dolduruyordu.

Dahası da var. Sembolü kurukafa (ölüm!) olan bu özel savaş çetesi, Rus devleti tarafından kriminal unsurlarla beslendi. Hapisteki mafya, cinayet vb. hükümlüleri, Wagner saflarında savaşmak üzere salıverildi. Wagner lideri Prigojin, Rus medyasında adete bir “kahraman” gibi idealleştirildi. Böylece büyük Rus şovenisti, ırkçı, faşist unsurları bünyesinde toplayan Wagner, fanatik ve militan bir grup özelliği de kazandı.

Putin’in kolay bir zafer beklentisiyle başlattığı Ukrayna Savaşı, kısa sürede bir çıkmaza dönüştü. Rus halkı, akrabası olan Ukrayna halkına karşı savaşmak istemedi. Putin’in seferberlik ilanı, askerlik çağındaki gençlerin akın akın yurtdışına kaçışıyla tam bir fiyaskoya dönüştü. Oysa diğer tarafta Ukrayna’da, Putin’in Ukrayna’yı yok sayan ezici söylemleri, tam bir ulusal seferberlik hali yarattı. Ukrayna ordusunun mevcudu 1 milyonu buldu. Rusya ise muharip gücünü azınlık halklardan ve ücra taşra bölgelerinden topladığı askerlerle, Çeçen birlikleriyle, Donets-Lugansk halkıyla (zira onlar da Kiev rejiminin Rus olan her şeye düşmanlığı karşısındalar) tahkim etti.

Ancak tüm bu tahkimat yetersiz kaldı. Bu durumda Putin rejimi, Wagner özel savaş çetesini giderek artan oranda Ukrayna’da savaşa sürdü. Bir nevi, Wagner’e göbekten bağımlı hale geldi. Prigojin de bu durumu, kendisini bir kamusal siyasal figür haline getirmek için tepe tepe kullandı. Rant paylaşımındaki payını misliyle büyüttü.

Böylece, savaşa karşı çıkan her türlü demokratik muhalefetin susturulduğu, bastırıldığı Rusya’da, Ukrayna Savaşı’ndaki başarısızlıklara muhalefet etmek de, özel savaş çetesi lideri Prigojin’e düştü! Tam da Rus oligarşik - mafyatik kapitalizmine yaraşır bir muhalefet! Ancak Moskova’nın bu muhalefete de göz yumması beklenemezdi. Wagner’in tasfiyesi için adımlar atıldı. Bu grubun lojistiksiz bırakılarak Ukrayna ordusu karşısında ağır kayıplar vermesi sağlandı. En son, kışlaları dahi bombalandı.   

(Bu uzun alıntıları bu mecranın Tanıl Bora dışındaki yazar ve okurlarının şu veya bu şekilde “sol” sayılan mecralara karşı derin ilgisizliğine bizzat tanık olduğum için de zikrediyorum.) Altınörs yazısında ayaklanmanın niçin bir sınırı aşamadığını, niçin bir iç savaşa dönüşmediğini de soruyor. Cevabına genellikle katılıyorum, özellikle sunduğu ilk sebebe:

İlkin, ortada, bir iç savaşa sebep olabilecek denli keskin iki program, iki siyasal çizgi ayrımı yoktu. Bu bir hoşnutsuzluk isyanıydı ve iktidarı ele geçirmek amacını da taşımıyordu. İkincisi, tüm Wagner güçlerini ezip katletmek, bu arada ordunun hatırı sayılır bir kısmını da feda etmek, Rusya’nın Ukrayna’da sahadaki muharip gücünü ciddi ölçüde azaltacaktı. Ukrayna ordusu karşı hücum pozisyonundayken, Moskova bunu göze alamazdı. Üçüncüsü, paralı asker isyanı bir iç savaşa dönüştüğünde bunun ne kadar süreceği ve ülkenin ne kadarına yayılacağı bilinemezdi. Dördüncüsü, hayatın savaş atmosferinden çok uzakta sakince aktığı Moskova’da, hem de iki Rus gücü arasında askeri çatışmaların yaşanması, halkta yaratacağı panik havası beklenmedik sonuçlara yol açabilirdi. Beşincisi, Prigojin, ne Rus egemen sınıfları, ne de ABD-AB açısından Putin’e bir alternatif olarak görüldü. İrrasyonel bir olgu olarak Prigojin ve Wagner, ancak Putin’in yarattığı siyasal evren içinde anlam taşıyabilirdi.

Kabul, Prigojin ne ABD-AB (veya Çin, Hint, Brezilya) için inandırıcı bir alternatif oluşturmuyordu, ama “Rus egemen sınıfları”? Rus egemen sınıfları diye yapılaşmış bir şeyin (GAZPROM’dan, siloviki’den ve irili ufaklı yağmacılardan gayrı) gerçek olduğunu, büsbütün sümüksü madde olmadığını varsaysak bile, o çevrelerde her an duruma göre Putin’e alternatif arayışlarının kıpırdamadığını (şüphesiz sessiz arayışlar) düşünemeyiz. Meşruiyet eksikliği her zaman böyle arayışları besler ve türedilere, maceracılara, parvenu’lere zemin hazırlar. (Eski kriminal sosisçilerin yanında şairler de ürer böyle ortamlarda. Yetenekle eksikliği arasında fark kalmaz.) Nitekim, Rus egemen çevrelerinin çeşitli şüpheler ve güvensizliklerle kıvrandığını, “gözlerinin fıldır fıldır dışarda” olduğunu, aktardığım iki yazar da (şüphesiz zıt açılardan) belli ediyor. Altınörs, Kremlin’de ve belki taşrada da Putin’den daha sağda öğeler, nükleerin düğmesine basmak için sahne gerisinde can atan birtakım “grey eminence”lar (merhum Mikhail Suslov’u düşünün ve onun ABD’li muadillerini, Dr. Strangelove’ları) olduğunu belirtiyor. Ceyda Karan daha dolaylı: “Rusya devletinin kilit kurumları, bölge yöneticileri, valiler, bürokrasi, Komünist Parti de dâhil olmak üzere siyasi partiler ve Rusya halkı liderliğin arkasında durdu. ‘Muallakta kalanlar’ da kuvvetle muhtemel not edilmiştir.” Şu halde baskıcı rejimlerin hiç sevmediği o “müteredditler” de geziyor ortalıkta – ve elbet devletin gözünden kaçamıyorlar. Acaba ilk kimin kellesi gidecek, her zaman süklüm püklüm bir görüntü vermiş olan zavallı Gen. Kur. Bşk. Gerasimov’un mu? Yedek başkan Medvedev’in mi?

Ama Prigojin’in encâmı bahsinde iki yorumcunun da (şüphesiz yine zıt açılardan) yanılmış olduğunu söyleyebiliriz. Putin’le birkaç telefon görüşmesinden sonra, Petersburg’da Afrikalı liderler toplantısında kendi saray-otelinde bu liderlere temennalar dağıtır ve sofralarından kuş sütünü eksik etmezken izledik adamı. Çünkü o da Afrikalı rejimlerin hamisi ve tedarikçisi olmanın yanında, oradaki önemli maden yataklarının da işletmecisiydi. Nijer’deki son darbeyi Afrika’nın Batı sömürgeciliğine karşı mücadelesinde yeni bir safha olarak yorumlamış. Keşke, Gandi’nin dediği gibi.

***

Çok haklı bir soru: Efendi! sen kendin bir şey söylemeyeceksen, sağdan soldan alıntılar yapmakla kalacaksan niye vaktimizi alıyorsun! Biz de okurduk o yazıları! Açıklayabilirim. Referanssız, alıntısız, diyalogsuz ve solipsist köşe yazıları bana hep işkembe-i kübradan kıraathane sohbetlerini düşündürmüştür, onun da keyifli olma ihtimali vardır ama daha büyük ihtimal sıkıcı olması, gaz çıkarmaya benzemesidir. Daha önemlisi, sık başıma gelmeyen bir şeyin tadını çıkarmak istiyorum: bir yazıda öne sürülen görüşlerin çok büyük bölümüne katılmak, tıkanmış bir enerjinin serbest kalması gibidir. Bu da insanı gevezeliğe itebilir.    

Altınörs’ün analizine ancak yine bazı başka referanslarla “kişisel katkı” yapabileceğimi söylemeye çalışıyorum. Prigojin vakası yepyeni bir siyasal olgu değildir, Avrupa, Rus ve Osmanlı-Türk tarihlerinde çok belirgin modelleri vardır. Belki ilk model, 14. yüzyıldan itibaren İtalya’da ortaya çıkan condottiere’lerdir, hizmetlerini çeşitli prenslere, monarklara, hatta papalığa sunan paralı asker şirket-çeteleri. Bu sözcük, Latince taahhüt veya sözleşme kökünden gelir, tıpkı bugün de Blackwater veya Wagner türü şirketlerin “savunma müteahhidi/yüklenicisi” (defense contractor) olarak anılması gibi. Bugün olduğu gibi o çağda da trafik iki yönlüydü: paralı asker çetesinin şefi zamanla signori’lerin arasına katılıyordu: Cesare Borgia ve Visconti’ler gibi türediler şehirde veya bölgede iktidarı gaspettikten sonra kendi daha kurumlaşmış şirket-ordularını oluşturdular. Dük ve papa oldular. Öldürülmekten de kaçınamadılar, su testisi su yolunda…

Herhalde daha yakın, daha dolaysız bir model Rusya’daki “Cossack”lardır, bu sözcüğün Türkçe kaçak’tan geldiği söylenir, her seferinde tekrarlanmak zorunda kalındığı gibi Kazakistan’ın Kazaklarıyla herhangi bir ilişkileri yoktur; Tolstoy’un romanında anlattığı “Don Kazakları”dır bunlar; Müslüman değil, Hıristiyan’dırlar, aralarında Tatar kökenliler de bulunmakla birlikte büyük çoğunluğu etnik Rus ve Ukrayna kökenlidir. Başlangıçta daha çok sınır bölgelerine yerleşmiş cezaevi ve asker kaçaklarından oluşurken, Rurik hanedanının sonlarında, IV. İvan (“Korkunç”) ve ardından Romanov hanedanı ve I. Petro (“Deli”, “Büyük”) döneminde, demek 15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar, serfleştirilmeye (“Geç Feodalizm ve Mutlakiyet”) isyan eden kaçak köylülerle daha da kalabalıklaşan bir seyyar ve silahlı nüfusa dönüşmüştü. Türkçedeki deyimle “çift bozan” köylüler önce tarım aletleri ve kargılar, ardından kılıç, mızrak ve giderek ateşli silahlarla donanmış, yüreklere korku, heyecan ve özenti salan, en baştan itibaren mitleştirilen, şarkıları söylenen “kahramanlar” olarak Rus tarihinin önemli aktörleri arasına katılmaktaydılar. Zenginden aldıklarını fakire vermedikleri bilinen (ama kendi aralarındaki dayanışma Kırk Haramiler gibi olan) bu haydutların en ünlüleri kronolojik sırayla Bolotnikov, Stenka Razin ve Pugaçev olarak gösterilir.[1]

İtalya’da olduğu gibi burada da iki yönlü bir trafik işlemiştir. Çarlık, tepeleyemediği bazı Kazak “atamanlarını” toprak, komutanlık, yüksek rütbe ve hatta asalet payesi vererek[2] kendi saflarına çekiyordu. Şüphesiz ters yönde bir hareket de vardı, merasime ve kurallı hayata alışamayan ve başına buyruk yağma, katliam ve gezginliği özleyen özgür ruhlular tekrar steplere, sınır boylarına dönüyorlardı, açık penceremden girip de beğenmeyip tekrar rüzgâra katılan eşekarısı gibi. Bugünkü Rus mafyasının (bratva, kardeşlik) kendine model olarak Don Kazaklarını seçtiği bilinir. Cronenberg’in Şark Vaatleri filminde, Rus istihbaratının mafyayı (bratva, vory v zakone) yok etmek yerine kontrol etmeyi yeğlediği ve bu süreçte iki taraf arasında bir personel takası olduğu gösterilir. (Bu mecrada daha eski bir yazıda, bugünkü Rus toplumundaki vigilante’lerle suç örgütleri ve emniyet arasındaki sınırların bulanıklaşmasına değinmiştim.) Prigojin de patronu da Rus tarihine düşkünlükleriyle biliniyorlar.

Geliyoruz Karayazıcı’lara, Deli Hasan’lara, Kalenderoğlu’lara, Canbuladoğlu’lara… Çünkü bugün Rusya’da olup bitenlerin bence en çok benzediği yer ve dönem Novgorod veya eski Petersburg değil de 17. yüzyılın Celali Anadolu’sudur. Çünkü Kuyucu Murat Paşa, 2. Katerina’nın sevgilisi General Potemkin’den daha ilginç bir şahsiyettir. Çünkü meşruyla gayrimeşru arasındaki, haydutla resmiyet arasındaki sınır Osmanlı’da çok daha siliktir.

***

Celali isyanları, beylerbeyilerin ve çeşitli yerel ümeranın emrinde (“kapusunda”) toplanmış paralı askerlerin (“kapu halkı”, “yevmlüler”, “sarıcalar” vb.) başıbozuğa çıkmalarıyla başlamıştır. Celalileri Mustafa Akdağ ve William Griswold gibi yazarlardan okuyanlar, bu isyanlarda devletin aktif rolü konusunda çok net bir fikir edinmeyebilirler; devlet, daha çok reaktif bir roldedir bu anlatımlarda, bir çözülme, dağılma eğilimine karşı kendini savunmaktadır. Tarihçiliğe Weber’gil bir siyaset sosyolojisinden gelen Karen Barkey birkaç adım ileri gider ve ilişkiyi tersine çevirir: isyanlar devlet “konsolidasyon ve merkezileşmesi” için bir manivela olarak kullanılmıştır.[3] Erken modern dönemde iktidarlar, tıpkı bugünün zorbaları gibi, kendi yarattıkları sorunları “çözerek” edinmeye çalışıyorlardı meşruluklarını. Sekban/levent/sarıca çeteleri, paralı askerlerin savaşlardan sonra silahlarıyla (“tüfenk”) birlikte terhis edilip ortalığa salınarak köylerde, kasabalarda ve giderek daha zengin yerlerde yağmaya başlaması sonucunda oluşmuştu. Aynı dönemde Batı Avrupa’da yükselmeye başlayan merkezî devletler, paralı birliklerini başka ülkelerden sağladıkları için, yağmacı isyanlarına maruz kalmak yerine, genellikle köylülerin yerel toplumsal direnç ve isyanlarıyla karşılaşıyorlardı. Osmanlı devleti ise isyancılara kendini pazarlık yapılabilecek esas güç ve her türlü ödüllendirmenin (para, mansıp, toprak vb) ana kaynağı olarak sunabildiği için eşkıya hareketinin bir toplumsal isyan hareketiyle birleşmesini önleyebilmiştir.[4] Meşru olanla gayrimeşru arasındaki sınır da hep “akışkan” kalmıştır. Ama aynı zamanda yazı uzadı, yer dar. Bu çatışma, pazarlık, uzlaşma ve içerilme tarihinin birkaç örnek olayına bakalım.

Karayazıcı, bölükbaşlığına kadar yükselmiş bir sekbandır; Sivas’ta bir sancakbeyi için mütesellimken bu makam elinden alındığı için isyan eder, Orta-Güney Anadolu yöresinde askerleri ve “yiğitbaşlarıyla” talana girişerek köylerde çift bozanlardan da adam toplar. Tam da Osmanlı ordusu Avrupa’da sefere başlamışken isyanını genişletir. Devlet, savaş koşullarında bir de bu isyanla uğraşmayı fazla maliyetli bularak ona önce Ayıntab beyliğini, sonra da Amasya sancakbeyliğini verir. Urfa’yı ele geçirir (1600). İsyanı bastırmak için gönderilen komutanlar da ona katılıp yağmaya başlar.[5] Ancak Bağdat valisi Sokulluzade Vezir Hasan Paşa’nın ordusu karşısında tutunamaz ve yirmi bin civarında “şehit” verdikten sonra Canik dağlarına kaçarak orada ölür. Onun yerine geçen kardeşi “Deli” Hasan da Tokat’ta Sokullazede’yi kalede kuşatarak öldürür. Yeni katılımlarla güçlenen askerleriyle Ankara’dan Kütahya ve Afyon’a kadar geniş bir alanda haraç toplamaya, yakıp yıkmaya ve kan dökmeye başlar. Ağabeyinin henüz birtakım soyluluk iddiaları vardı (Şah soyundan gelmek, vb), bir gözü yönetici olup “legale geçmekteydi.” Hasan ve adamlarınınsa, üç tarihçinin de vurguladığı gibi, makamda, yöneticilikte filan pek gözleri yoktu.  Sonuçta “Deli”ye Bosna Beylerbeyliği, ayaktaşlarına da çeşitli sancakbeylikleri verilir ve yağmayı sürdürmelerine “göz yumularak” (ama düzenli birliklerin yaptığı da başka neydi ki, Evliya Çelebi’nin zevkle anlattığı gibi) Avusturya ordularına karşı sefere gönderilir. Deli, hazır eli değmişken Temeşvar Beylerbeyliği’ni de üstlenir. 1606’da “yaşlı kurt” Enderunlu Tiryaki Hasan Paşa (Bosna valiliğinde selefi) tarafından öldürülür. Su testisi su…

Akdağ’ın bir “ayrılıkçı hareket” olarak gördüğü için Celali çerçevesinde konu etmediği, ama Amerikalıların (Barkey Türkiye kökenlidir, “casus” Henry Barkey’in kardeşidir) anlatılarında büyük yer tutan Canbuladoğlu Ali’nin “çengeli”, Sultan I. Ahmed’e gönderdiği mektuptur (1606). Yavuz Selim döneminde Kilis ve Halep yöresine “çökmüş” bir mütegallibe ailenin en ünlü bireyi idi. Amcası Hüseyin Halep valisiyken İran karşısında alınan yenilgilerinden sorumlu tutulup idam edilmişti. Ali, mektubunda Halep beylerbeyliğini kendisi için, bölgedeki birtakım sancakları da adamları ve yakınları için ister ve ödüllerin karşılığında İran tarafındaki seferlere 16 bin askerle katılmayı vaat eder. Padişah kendisine sunulan metnin üst köşesine not düşer: “Bu kadarı çok fazla, bu kadar verilebilir mi?” Demek verilebiliyormuş ki Canbuladoğlu ve adamları İstanbul’da sarayda ağırlanacak, vezirlerle birlikte seferlere katılacak ve bir noktada ihtiraslarının sınırsızlığı endişe uyandırdığı için Sadrazam Kuyucu Murat Paşa tarafından avlanacaktır.[6] Su testisi…

Vory v zakone, Yedikule zindanları ve Gulag, Delta Force ve leventler, büyük yönetmen Luchino Visconti’nin 14. yüzyıldaki ataları, Antep, Petersburg ve Lefkoşa, lejyonerler ve Çakıcı… Hiçbiri “bizim” yabancımız değil, öyle değil mi?


[1] Perry Anderson, Mutlakiyetçi Devletin Kökenleri (İletişim, 2023) kitabında, Rus ve Sovyet tarihçilerinin çalışmalarından hareketle Don Kazaklarını da içine alan tarihsel-maddeci bir çerçeve kurar.

[2] 13. yüzyıldan beri Tatar ve Gürcü beylerinin Rus soyluları arasına katılmasından farklı bir durumdur bu.

[3] Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası (Bilgi Yayınevi, 1975), William J. Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan 1591-1611 (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002), Karen Barkey, Eşkiyalar ve Bürokratlar: Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003).

[4] Barkey, Köroğlu, Dadaloğlu ve Pir Sultan Abdal gibi “silahlı şairleri” bu yağmacılardan ayrı tutar: yerel kalmış toplumsal isyanların sözcüleridir bunlar. Akdağ ise Köroğlu’yu da bir haydut olarak sunar.

[5] Akdağ, 1600 yılında Karayazıcı üzerine gönderilen Vezir Mehmet Paşa’nın yağma ve haraçlarıyla halkı bezdirdiğini ve İstanbul’a şikeyet dilekçelerinin yazıldığını anlatır. A.g.y., s. 385-95.

[6] Osmanlı tarihinin ilginç figürlerinden olan Kuyucu, Bosnalı bir Katolik aileden alınıp Enderun’da yetiştirilmişti. Uzun siyasal ve askeri kariyeri boyunca Yedikule Zindanını da İran’da savaş esirliğini de gören ve ancak yaşı yetmişe dayandığında başvezirliği elde eden Paşa’nın 1605-11 yılları arasında 30-60.000 civarında isyancıyı (erişebildiği aileleriyle birlikte) öldürttüğü belirtilir. Kimilerini görev vererek kendi yanına çekmiş, kimilerinin de dümdüz üstüne gitmiştir. Çadırının önünde üst üste yığılan ölülerin piramitler halinde gökyüzüne yükseldiği anlatılır. Anlaşılan estet tabiatlıymış ki, bu çıkıntı ve yükseltilere kendisi de girinti ve çukurlarla karşılık vermiş: telefatı kuyulara gömdürmüş (kireç kullanıp kullanmadığına dair bilgi yok). Ama ünlü çete şeflerinden sadece Tavil Halil’i öldürmek şahsen kendisine nasip olmuş (acaba bizim Mudo’nun patronu Mustafa Taviloğlu’nun cetlerinden mi). Ötekiler başka yerlerde, başka devlet adamları tarafından öldürülüyor.