Seçimin muhalefet cephesinde yarattığı şok devam ediyor ve daha bir süre devam edeceğe benziyor. Anlaşılır bir durum: iktidar, muhalefetin kendisine yaptıkları ya da yaptırdıkları nedeniyle de değil, doğrudan doğruya kendi icraatıyla, berbat bir ekonomik durum yarattı. Tayyip Erdoğan, “Ben ekonomistim” iddiasıyla, ama en çok da “Bu nas ise sana, bana ne oluyor?” sözüyle bu berbat durumda kendi sorumluluğunu da söylemiş oldu. Yani muhalefet, iktidarı en zayıf haliyle yakaladığını düşünüyordu – herhalde haklıydı da. Bu koşullarda beklenen seçim zaferinin gelmemesi ciddi bir hayal kırıklığına yol açtı. Böyle durumlarda insanlar başlarına gelen şeyi açıklayacak “başa getiren” aramaya başlar. “Ben yapılması gerekeni yapmışımdır ama belli ki yapılması gerekeni yapmayanlar olmuştur; onun için de bu duruma düşmüşüzdür. Şimdi geldiğimiz noktada bu sorumlu karşımızda “Kemal Kılıçdaroğlu” olarak biçimleniyor. Meral Akşener’in “kazanacak aday” söylemi işin başından beri böyle bir ihtimali akla getiriyordu. Şimdi CHP’nin yanında yer alan partilerden bazıları toplumda varolan “CHP antipatisi”ni suçlamaya başlıyorlar. Ama bununla kalmıyor, CHP’nin kendi içinde de yenilgiden Kılıçdaroğlu’nu sorumlu tutanlar seslerini çıkarmaya başladılar.
Buna kısaca bir değinip geçeyim. “Kısaca”, çünkü böyle bir konuyu uzun uzun tartışmak bana olabilir bir şey gibi görünmüyor: Muhalefetin adayı Kemal Kılıçdaroğlu değil de başka biri olaydı şu şimdiki sonuç değişecek miydi? Bugünkü tartışmalar değişeceği varsayımından yola çıkıyor. Bense bundan emin değilim. Konu da (olmamış bir şeyi “olsaydı” diye tartışmanın her zaman “absürd”e kaçan bir yanı vardır) olabileceği kadar “spekülatif”.
Bu gibi durumlarda ekonominin büyük ölçüde belirleyici olduğu konusunda geniş bir fikir birliği vardır. Kolay kolay karşı çıkılacak bir tesbit değildir elbette. Ama her durumda geçerli mutlak bir ilke olduğunu da söyleyemeyiz. Nitekim şu bizim seçim sanırım bunu gösterdi. Bundan beter bir ekonomik durum düşünebiliyor musunuz? Ekonomiyi “ekonokriz” olarak yaşamaya alışık bizimki gibi bir toplumda bile koşullar ciddi bir şekilde ağır ve bunun üzerinde yapılan tartışmalarda da kolay bir çıkış yolu gösteren yok. Ama sonuç ortada. Az bir fark, şu bu, ama sonuç olarak ahali sandığa gitti, oyunu AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a verdi. Böyle yapmakla değişmez bir kararlılık mı gösterdi? Bence hayır: yaşanacaklar bu tavırda birtakım değişikliklere yol açabilir – siyasette hiçbir şeye “mutlak” gözüyle bakmamak gerek. Ama şu yaşadığımız evrede durum böyle.
Bunun bir (daha doğrusu “birçok”) nedeni olmalı. Neden Türkiye’nin seçmenleri kendilerini fena halde zora sokan bir ekonomi yönetimi performansı sergileyen bu iktidarı cezalandırmadı?
Önce iktidar cephesinde olanlara bir göz atalım (sorduğum soruya kendini kanıtlamış bir cevap elimde yok, başkalarında da olduğunu sanmıyorum): İlk seçimin kazanıldığı tarihten bugüne çeşitli nedenlerle AKP zihniyetinden, yönetim üslubundan soğuyan “Müslüman” seçmenler oldu. Ama “İslamcı” olduğunu söyleyen bir iktidarı iktidardan uzaklaştıracak şekilde oy vermeye kendilerini razı edemediler sanırım: “Ben bu iktidardan hoşnut değilim ama ‘Ben İslamcı’yım’ diyerek gelmiş bir iktidarı düşürmeye yokum” dediler. Bu nedenle, daha canayakın bulduklarını sandığım muhalefetteki Müslüman partilere de oy vermediler. Muhalefetleri “yen içinde” kaldı.
Halk Partisi’ne de vermediler. Niçin vermediklerini anlayanlardan biri, bence, Kemal Kılıçdaroğlu. Onun burada bir “barışma” süreci başlatma çabası bir şeyleri yerinden kıpırdattı ama seçim kazanmaya yetmedi.
Yani, seçmen kitlesi, %52 ve 48 hesabıyla, “İslam kimliği”ni dik tutmaya mı karar verdi? Evet, öyle yaptı. Bunun da “tevil” edilecek yanı yok.
Bu kararı vermeye nasıl geldiğini incelemek istiyorsak, başta askeri darbeler, bunu açıklayan dünya kadar olay, olgu var yakın tarihimizde. Bunların içinde bulunmuş, verilen rolleri oynamış kimseler, Türkiye’de İslamcı çizginin bu derece etkili hale gelmesinin sorumluluğunu. “yobazların” yaptıklarında arayıp bulmaktan vazgeçse ve “Acaba biz ne yaptık?” demeye başlasa cevabı bulmamız da uzun sürmez.
Her neyse, bugün buraya gelmişiz. İyi bir yer değil burası. Yığınla yetki toplayarak başımıza çökmüş iktidar çok kötü şeyler yaptı, bundan sonra yapacaklarının da daha iyi olacağı yok. AKP-MHP iktidarı devam edecek. Bu iktidar şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da kendine zarar verecek uygulamalarda bulunabilir ama sonuç olarak onları da anlamlandıracak bir muhalefet gerekiyor. Halen karşımızda durduğu haliyle muhalefet insana güven vermiyor. “Altılı masa” falan, şu yakın geçmişi bir “ittifak” politikasıyla geçirdi bu muhalefet ve genel olarak iyi bir performans gösterdi. Ama şimdi alınan yenilgi bu politikaya karşı da bir güvensizlik yaratıyor. “Biz kendimiz” formülünü dile getirmeyen kalmadı gibi bir durum çıktı ortaya – önümüzdeki yılın başlarında girilecek yerel seçim atmosferine hazırlanırken.
Böyle bir yol tutturmanın şimdiye kadar kazanılamamış şeyleri kazandıracağından emin değilim doğrusu. Örneğin her partinin canla başla “kendi” olarak gireceği İstanbul Belediye Başkanı seçimi iktidarın yenilgisiyle mi sonuçlanır? Pek sanmıyorum.
Başarı şansını şimdiye kadar çeşitli güçlüklerle ayakta tutulmuş “ittifak”ı bozarak değil, bazı yeni politikalarla güçlendirilmiş olarak yakalayabileceğimizi düşünüyorum. “Yeni” politikadan anladığım “oturarak” değil ayakta ve hareket halinde muhalefet yapmanın yollarını aramak ve bulmak. “Hareket” doğru kelime. İşlerin doğru dürüst yolunda yürüdüğü bir toplumda yaşamıyoruz. Hemen hemen her davranışıyla yasallığı çiğneyen bir iktidar karşısında durmuş oturmuş bir parti tavrıyla mücadele vermek çıkar yol değil. Aynı zamanda, tam bir vurdumduymazlık tavrıyla kural çiğneyen iktidara karşı “meşru” mücadelenin örneklerinin verilmesi gerekiyor.
Yani işimiz zor, bunun da şaşılacak bir yanı yok. Türkiye, bunca yıl yaşadıklarından sonra, ciddi bir yol çatına geldi. Böyle bir geçitten sancısız geçmeyi beklemek aşırı iyimserlik olur.