Yazın içinden sonbaharı özlemek diye bir şey vardı eskiden, Eylül’ü özlemek, çünkü Eylül eskiden bir sonbahar ayıydı, Eylül-Ekim-Kasım: sıcağın, pis havanın tecavüzü Aralık’ın ortalarına kadar sürmüyordu böyle. “Eskiden” derken neyi kastediyorum? Galiba 80’li yıllar öncesini, en azından bir kırk yıl öncesini. 90’lı yıllarda doğanların büyük çoğunluğu için “mevsim” sözcüğünün içerdiği nüanslar epeyce silinmiş olabilir. Bir farka biz işaret edelim. Yaşlılar söz konusuysa eğer, sonbaharı (ya da herhangi bir şeyi) özlemekten çok, bir beladan kurtulma isteği baskındır, “aman şu sıcak geçsin,” deriz, “şu musibet defolup gitsin!” Kırk yaşı fazla aşmamışlar içinse mesele bir yükten kurtulup hafiflemek kadar, belki daha çok, aktif bir şekilde bir durumu özlemektir; hafiflemiş havayı sevdiği kadar, sıcağın kalkmasıyla birlikte yapılabilecek şeylerin nicelik ve niteliğinin artmış olması da ona heyecan verir. Tanpınar’ın o şiirinin ilk kıtasını hatırlayalım: “Mavi, maviydi gökyüzü / Bulutlar beyaz, beyazdı / Boşluğu ve üzüntüsü / İçinde ne garip yazdı…” Belki René Magritte’in nerdeyse her resminde karşımıza çıkan, geniş mavi gökyüzünde bir bekleyiş gibi belirmiş o büyük, bembeyaz bulutları hatırlayanlar olur. “Enigmatik” bir görüntüdür bu, tıpkı Ahmet Hamdi’ninki gibi “garip.” O “boşluk” ve “üzüntü” (belki biraz da can sıkıntısı, spleen) bir kuluçka dönemini tanımlar, sonbaharın getireceği zevkli sürprizleri bekleme dönemi. Ece Ayhan’ın “Çocuklarla okulların çarpıştığı eylül. Mısrayimde” dizesinde bile okul açılışının küçük çocukta yarattığı o çoğu zaman geçici sıkıntı ve korkunun arasından daha şenlikli, sürprizli, deyim uygunsa “karnavalesk” bir ses, bir “şakırtı” işitilir. Vardı, Eylül’ün korkuyla, sıkıntıyla, haz ve özlemle ve her zaman heyecanla beklendiği bir zaman vardı. Ama ben bu değinide termometre ve basınçölçer olarak Edip Cansever’i kullanmak istiyorum.
***
Kirli Ağustos’taki (1970) kısa “Dört Güneş” şiirinin ilk kıtası şöyledir: “Her şey o kadar anlamsızdı ki, yaz / Bunu bir daha pekiştirirdi / Avuçlarımı sıcak tutar, bulundururdum / Sevgisiz ve gereksiz kalmak için / Öyle, kendime yorgun hazırlamışlar beni.” Yayınlandığı 60’lı yıllarda bu şiiri okuyan Asım Bezirci gibi solcu arkadaşları “işte bizimki yine anlamsızlığı savunuyor” filan diye homurdanmış ve Cansever de onlara kıs kıs gülmüş olmalı.[2] Yaz bu dizelerde sıcağından çok, özneyi de içine çeken boşluğuyla, hamlesizliğiyle, işaretsizlik ve yönsüzlüğüyle belirir. Ama alttan alta bir bekleyiş de sezilmiyor mudur? “Sevgisiz ve gereksiz kalmak için” derken, bir yayın gerildiğini, bir atılımın hazırlandığını da hissederiz. Bu parça, 60’lardan itibaren en Cansever’in Metin Eloğlu’yla birlikte en yakın arkadaşı olan Turgut Uyar’ın “Yenilgi Günlüğü”yle aynı aylarda yazılmıştır. Bu iki şair olgunluk dönemlerinde hep birbirlerine bakmış ve yeni şiirsel yükseltilerine bu karşılıklı bakış ve ölçüşmeyle erişmişlerdir. “Aslında buydu beni geliştiren: aşksızlık,” diyordu Uyar, “aşksızlık büyütür beni yeni aşklara doğru ve…”
Yine de Kirli Ağustos’u iki kısım olarak düşünmek gerekir. Cansever’in otobiyografik denemelerinden birinde, iki dönem ayırt edilmektedir: şehir ve doğa dönemleri. Sıkıntı, gerilme, boşluk birincisine aittir; ikincisinin kadrosu “Güney”den, Ege ve Akdeniz’den, coşkudan, kendinden geçme ve genişlemeden oluşur. Bu ikisini “Yengeç” ve “Ölü Sirenler” parçaları birbirinden ayırır, gökyüzü yavaş yavaş ve hızla açılıyordur. İkinci dönemin iki doruğu, “Ha Yanıp Söndü, Ha Yanıp Sönmedi Bir Ateşböceği” ile “Bir Yitişten Sonra”, belki epeyce uzun oldukları ama belki de fazla güzel oldukları, bunun da ötesinde güzel’in içinden yüce’nin infilakını daha önce görülmemiş biçimde icra ettikleri için, antolojistlerin, hatta onları Yeni Dergi’de yayınlayan Memet Fuat’ın bile gözünden kaçmıştır. Burada bu şiirler üzerinde durmayacağım, ama geçişi görmek ve yön belirlemek için bazı yerlerine kısaca bakmak gerekiyor. “Vurdum güneye o zaman / Eski bir su dibi mühendisiyle / Yoklukta olan bir şimdi içinden / Damarlarıma dolan bir şimdi içine / Aktım patlayınca avlular balkonlar açan höyüklerden / Ben. Yüzümde o zambak işareti, eski / Bir benim bir onun bir kimin ikindisi / Vurdum güneye / Üstünü konuşulmamış sözlerle örten.” İlk bölümü, “Ha Yanıp Söndü”nün.
Ataol Behramoğlu’nun bile anlamayacağı bir şey var mı burada? Ama mesele sözcüklerin anlamını ve oluşturdukları bütünü anlamak değildir. Okulda öğrenilmez şiir okumak.[3] Eğer bir şiir her zaman çoktan okunmamışsa, bir daha hiçbir zaman okunamaz, hiçbir kılavuzun yardımı olmaz bu alanda. Kişinin bir şiire onu çoktan okumuş olarak gelmesi gerekir, bu okuma ancak zaman için aktifleşse de. İsmet Özel çok eskiden “ben hormonlarımla yazıyorum” demişti bana; okuma da öyledir, hormonların ve yol açtıkları talihli/talihsiz çocukluk ve ilk gençlik deneyimlerinin bizi o şiirin eşiğine onu çoktan okumuş olarak getirmesi gerekir. Ama üçüncü bölümünde “Ha Yanıp Söndü”nün kendisi söylüyor bunu: “Boş durmaz açık deniz, üretir kargaşayı / İlk gelişi gibi yazın / Kanırtır yol kenarlarını, uyarır / Yürekten gözkapaklarına giden ırmağı / Ve değiştirir birden çığlığın anlamını / Geçirir dişlerini kıskaçlarını kumlara / Salar hiç değilse rüzgârını fırtınasını / Evet, der bir balıkçı / Ne saatler işler ne de bir takvim sesi duyulur / Denizle kurulur insan, denizlerden öğrenir yaşını.” Son üç dize belki daha olgun, o balıkçı gibi gün görmüş bir okur için yazılmıştır. Ama bedeninde ve zihninde “hormonların” dolaşımı henüz sona ermemiş kişi, sıcaktan rahatsız olmayan ve yazın gelmesiyle kendisi de asfalt yolun kenarlarındaki ot fışkırması gibi “kanırtılan” ve “uyarılabilen” kişi – onun için yazılmıştır özellikle ilk cümleler. Demek yaz sıcağı henüz bunaltmıyordu, o tarihte daha otuz beşinde olan şairi.
Yazın kutlanışı eşlikçi şiirde belki daha yumuşak, daha lirik bir ifadeye bürünmüştür, bir Anka deneyimine (“yitişten sonra”) tanık oluruz: “Çok denedim / Karanfilin sapı suya değince / İçimde biri vurulur sanki / Yeşime oyulmuş bir diriliş olur bir de / Çalınır her sabah kapımın zili / Açarım: ben haziranım / Yaşamak, süresiz yaşamak eğilimi belki.” Hiçbir zaman sahip olmaksızın yitirdiğim cenneti hatırlamaktan başka bir şey yapamıyorum burada.
70’lerin içlerine kadar sürmüştür bu coşkulu büyülenme hali, 12 Mart sonrasının daha okur-dostu yas şiirlerinde bile yaz sıcağına lanet okunmaz. “Sulanmış caddelere bakıyoruz: bugünün ikindisi / Buğular içinde yüzüyor ağaçlar / Sarı bir kedi yalanıyor uzun uzun / Ayaklarını gererek / Pespembe ayaklarının dibi / Ve güneş ufak ufak damlıyor üstümüze / Güneş ufak ufak damladıkça da / Yeni yıkanmış bir taşlık görünüyor aralık bir kapıdan / Boynunu uzatarak / Yeni yıkanmış her taşlığın sonu: güze bakmak / Biz güzü istemiyoruz, ama yaz dursun / … / Ama yaz dursun, öyle bir dursun ki yaz / Çiçekler ağaçlarda kalsın, uçurtmalar göklerde / Haziran temmuz ağustos / Birbirine sokulsun / Ne olur bu böyle olsun…”
70’lerin ikinci yarısı, sanıyorum Cansever’de o “hormon dolaşımı”, o apansız kanırtılma hali yavaşlamaya yüz tutmuştur, zaten güçlü yapıtı Ben Ruhi Bey Nasılım’ın (1976) ardından en yetersiz kitabı Sevda ile Sevgi (1977) gelir. Daha Umutsuzlar Parkı’nda (1958) çoktan kapatmış (ve böylece kendine yüce’nin yolunu açmış) olduğu sevgi, yeşillenme, düğün-dernek faslına geriler birden – ve böylece okur çevresi de biraz genişler (Attila İlhan bu yıllarda mı kıskandığını belli etmeye başladıydı, yoksa ölümünden sonra mı?). İtiraf etmem gerekiyor: ilk çıktığında da çok sevmediğim bu şiire 12 Eylül 1980’den bir süre sonra geri döndüğümde beni bir miktar tırmalamıştı: artık Haziran, Temmuz, Ağustos’un birbirine sokulmak şöyle dursun, iyice birbirinden uzağa itilmesini, aralarında serin boşluklar açılmasını, mümkünse birinin, ikisinin iptal edilmesini ister olmuştum. Demek Cansever’in aklı başka yerdeymiş o tarihte, iklimde, havanın etkisinde değil. Ama kısa bir süre sonra onda da Eylül özlemi başlayacak.
***
“Ey sonbahar! ey düşsel yolculuk! seni / Dolaştım yaz sıcaklarında, bekledim / Duydum ki benim değildi artık, doğanın / Kalbiydi uçurumlar toplamı kalbim.” Şairin Seyir Defteri’ni (1980) başlatan “Ölü Bir Deniz Yıldızı” şiirinin ilk kıtası. Yaz sıcaklarının içinde kendine hayali bir sonbahar koridoru açmış ve orada özlemle gidip gelmiştir özne. Duyuşun şiddetiyle bir tür fiili gerçeklik kazanır özlem, sonbahar sadece düşünülen, hayal edilen değil, hissedilen, yaşanan bir deneyime dönüşür. Kitabın açılış parçası “Başlangıç” şu soruya da izin verir gibidir: Cansever Sevda ile Sevgi’deki düşüşten sonra tekrar “Ha Yanıp Söndü”nün yükseltisine mi çıkıyor acaba: “Doğanın bana verdiği bu ödülden / Çıldırıp yitmemek için / İki insan gibi kaldım / Birbiriyle konuşan iki insan.” Ama şiirin devamında bir uzaklaşma, çekilme, bir vazgeçiş tonu hâkimdir, o eski “yüce” sadece hatırlanan bir şeye, kendi gölgesine dönüşmüştür:
De bana, anlat bana, öyleyse neden hatırlıyorum onu
O fırtınakuşunu gölgesini yere düşüren
Gittiydi geldiği yere, uzaklığına
Döner mi bir daha dönmez mi bilmem
Yüklenip yittiydi gözden onca çırpınışları
Ne sevinç bıraktıydı içimde, ne keder, ne acı
Bir sen kalmıştın sen, ey sonbahar ılımı, dörtnala gelen
Bir atıp kalkışı gibi kalkıp da gözlerimden.
Parlar ki şimdi arasıra geceleri
Diplerde, derinlerde, yalnızlığında
Ölü bir deniz yıldızıdır mutluluk
O nedensiz mutluluk, olsa da olur olmasa da.
Özlenen sonbahar gelmiştir ama, bir şey de kaçıp gitmiştir, “o fırtınakuşu”, giderken kişinin içindeki şiddetli duyum ve duyguları da alıp götüren. Bunların yerinde, “dörtnala” gelmiş de olsa, rahatlatıcı bir “sonbahar ılımı” vardır şimdi. Fırtına kuşu çoktan suyun dibinde belli belirsiz ışıyan bir deniz yıldızıdır artık, bir nedensiz mutluluk ki, kazançtan çok kayba benziyordur. Burada, Kirli Ağustos’un “coşku-öncesi” ilk kısmının en amblematik parçalarından “Uçurum”un ilk kıtası da uzaktan uzağa yankılanır: “Bir ağaç sürüsünün üstünden / Çok ağaçlı bir ağaç sürüsünün üsten / Kesilmiş limon dilimleri gibi düşüyor güneş / Votka bardağımın içine / Benim olmayan bir sevinç duyuyorum.” Ama orada mucize kuşunun gelişi henüz ilerdeydi, burada, “Ölü Bir Deniz Yıldızı”nda, çoktan geçmişte. “Uçurum”da hafifçe huzursuz bir kamaşmanın içinde hazırlanmakta olan yüce, “Bir Yitişten Sonra”da patlayan o “kayalar okyanusu”, şimdi dipte kendi kendine, görülmeden parıldayan bir deniz yıldızına indirgenmiştir, bir negatif yüce’nin kendisi de değil sadece imgesi, anısı. -- Eylül geliyor, belki bazen bir serinlik bile getiriyor, ama bir şey eksik kalıyor.
Rahatlatmayan geçişlerin, kuşkulu kurtuluşların şairi olarak da bakabiliriz bu son dönemin Cansever’ine. Ama bunu en iyi temsil eden, çünkü minyatürleştirerek daha belirgin kılan, Ayfer Tunç’un Osman (2020) romanındaki bir Cansever pastişi olacaktır. “Ben İkinci Yeniciyim” diyen Osman karakterinin babasına bir mektup olarak yazdığı ikinci defterinden (babanın ölümünün kendisi için bir milat olacağını düşünmüştür belli belirsiz): “Bugün öldün baba. Böylece kahverengi ve puslu bir ağustos sonu çarşambasından, leylak rengi bir ağustos sonu perşembesine geçmiş olduk.”
Kahverengi bir yazdan çıkıyor ve çöl tozuyla sararıp farksızlaşmış Eylüller Ekimler ve Kasımlara geçiyoruz.
[1] Bu yazının ilk bölümü K24’te çıktı.
[2] Ama mesela Patriyot Hayati onu her zaman “büyük şair” olarak görmüş ve yüzüne de söylemiştir.
[3] Necatigil olsaydı, bunun yerine “… bazı şiirleri okumak” derdi.