Tıbbın bir parçası olarak psikiyatrinin gözlemlediği zihinsel bozuklukları tanımlamak ve onları klinik başlıklar altında toplamak üzere yola çıktığı doğrudur; ama belli zamanlarda psikiyatristlerin kendileri de salt tanımlayıcı hipotezlerinin bir bilim adını hak edip etmediği konusunda kuşkuya kapılırlar. Bu klinik antiteleri oluşturan belirtilerin kökeni, mekanizması ya da karşılıklı ilişkileri hakkında hiçbir şey bilinmemektedir; zihnin anatomik organında onlara karşılık gelen hiçbir gözlemlenebilir değişiklik yoktur ya da onlara hiçbir ışık tutmayan değişiklikler vardır. Bu zihinsel bozukluklar yalnızca başka durumlarda organik hastalık olan şeyin tali/yan sonuçları olarak tanınabilir olduğunda terapötik etkiye açıktır.
Bu psikanalizin doldurmaya çalıştığı yarıktır. O, psikiyatriye eksik psikolojik temellerini vermeye çalışır. Fiziksel hastalıkla zihinsel hastalığın üzerinde buluşmasının anlamlı olacağı ortak zemini keşfetmeyi ummaktadır. Bu hedefi göz önünde bulundurarak psikanaliz ister anatomik, ister kimyasal, isterse fizyolojik olsun kendisine yabancı her tür hipotezden kendini uzak tutmak ve salt psikolojik yardımcı fikirlerle çalışmak zorundadır ve işte bu nedenle korkarım başlangıçta size yabancı gelecektir.”[1]
***
Bilinçdışı”nı kabul etmenin önüne köklü duygusal dirençlerin dikildiği ve bunların, hiç kimsenin kendi bilinçdışını bilmek istememesi olgusuna dayandığı, en geçerli yolun da o olasılığı tümden inkar etmek olduğu yönünde bir izlenim edinmiş durumdayım.[2]
İki güçlü cereyan ve kuvvet arasında yönümüzü bulmaya çalışıyoruz uzunca zamandır. Çaresizlik içinde ve tek başımıza. Bir yandan, herbirimizin kapasite ve potansiyellerini durmaksızın aşındırarak, varoluş imkanlarımızı eksilterek ve ortadan kaldırarak işleyen bir sistemin içindeyiz. Hayatı değerli ve anlamlı kılan herşeyin, ve iyi hayat kaygısının çıplak ve fiziksel hayatta kalma stratejileri tarafından geçersiz kılındığı ve yok edildiği bir çarkın içinde. Belki de ilk kez, insanlık tarihinde daha önce hiç olmadığı kadar çok kayıp ve kayıp tehdidinin bir araya toplandığı, düğümlendiği bir zamandayız. Yaşanabilir bir çevre, yeterli beslenme, güvenli konut, ulaşılabilir eğitim ve sağlık hizmeti gibi en temel ihtiyaçlarımızı bile karşılamak çoktandır imkansız artık. Diğer yandan, bu durumla da bağlantılı olarak en basit ideallerimize, gelecek hayali ve amaçlarımıza yönelik hiçbir şevk ve heyecan duymayışımız, yaygın ve bulaşıcı yorgunluk ve ümitsizlik hissi var. Adil ve eşitlikçi bir toplum ve gelecek özleminin bir avuç solcunun çabası, söylemi ve sesi dışında kendine hiçbir temsil ve karşılık imkanı bulamadığı bu dünya sahnesi ne üzücü! Kapitalizmin ve sermayenin mevcut canavarca hareketinin sürmesi durumunda insanlığın, toplumlarımızın ve gezegenimizin karşı karşıya olduğu felaket ve tehditlerin artarak sürmesi var bir de. Otoriterliğin yükselişi, ekolojik çöküntü, toplumsal dağılma ve parçalanma…
Ötekine duyulan nefretin, esasında kendinden nefretin bir biçimi olan ötekini yok etmeye yönelik yıkıcılığın en sapkın ve dehşet verici biçimleriyle yükseldiği zemindir bu. Çoğu zaman somut ötekileri de aşarak bir tür ötekilik nefretinden, her türden ötekiliğin inkarı ve silinmesi hayalinden beslenen ve en nihayetinde totaliter/saf toplum projelerinde, bir tür aynılık/türdeşlik cehenneminde vücut bulan bir fenalıktan/aşırılıktan söz ediyorum. Genellikle mağdur/kurbanlar adına konuşan, kurban/mağdurlara adanmışlık kisvesine bürünen ve böylece söz konusu mağdur/kurban ve zalim/fail konumlarını verili sayan, sabitleyen ve kalıcı hale getiren söylem ve hareketlerden. Ötekiliğe ilişkin, ötekiliği temsil eden her özellik ve farklılığın ben’e bir tehdit ve saldırı olarak görüldüğü ve silindiği, ben’in biricik referansının yine kendisi olduğu, kendi ‘ben’i içinde sıkışmış bir özne konumu bu. Demek, sadece “ben, benim” demekle yetinen seviyeye kadar gerilemiş öznenin bu durumu aynı zamanda tümüyle yeni bir düşünce ve zihniyet evrenine işaret etmektedir. Sadece kendinden ibaret, kendiyle kayıtlı, sınırlı ve bağlı bir insanlık durumuna. Esasında bir tuzak ve açmaz olan böylesine aşırı bir kendi meşguliyeti ve kendine kapanmanın kendinden yılgınlık ve bitap düşmeyle, benliğin aşınması ve güçsüzleşmesiyle sonuçlanması kaçınılmazdır. Devasa bir insanlık krizidir bu. İnsanın en ayırdedici vasıflarından olan öteki ile birlikte var olmanın, ancak öteki ile kurulan bir ortaklık ağının öznesi olarak zuhur etmenin inkar ve reddedilmesidir çünkü.
Böylesi bir dönemin ruhsal ızdırabı depresyon olarak dile gelebilirdi ancak. Nitekim öyle de oldu. Yorgunluk ve tükenmişlikle huzursuz bir gerginlik ve yerinde duramama halinin, keder, çökkünlük ve ümitsizlikle duygusuzluk, ilgisizlik ve kayıtsızlığın, çaresizce sürdürülen kimlik, yer ve aidiyet arayışıyla benlik fetişizminin, paralize edici bir arzu ve heves kaybının tuhaf birleşimlerinden oluşan acılı varoluş hali tüm insanlığı kuşatmış durumda. Antidepresan ilaçlara bağımlılık çağı bu. Herbirimizin organik/biyolojik bir bütünün parçası olan anonim ve izole varlıklar olarak, öznelliğinden ve kendi öznel tarihinden kopartılmış birörnek bireyler olarak kayda geçirildiği, sayıldığı ve aynı standart tedavilere maruz bırakıldığı antidepresan ilaç çağı. Günümüzün en dolaysız, en derin gerçeğidir artık depresyon. Depresyon, sıradan gündelik gerçekliğimizin kendi tutarlı, ikna edici ve “rasyonel” yapısını sürdürmek ve muhafaza etmek, dağılmasını önlemek için bastırmak ve görünmez kılmak zorunda olduğu asıl gerçektir. O gerçek, aynı zamanda bilinçdışı, arzu, fantazi, libido, agresyon, cinsellik gibi insanda öze ilişkin ne varsa üstünü çizen, kendi varsayım ve vaatlerine uygun biçimde bir makine/klon insan tasavvuruna yaslanan bir tür emperyalizmin de hayatlarımıza musallat olmasıyla bir aradadır. Psikofarmakoloji emperyalizminin. Çoktandır, ruhsal ızdırabın öznel anlamlarından, onun söze dökülebilir olma, uygun kelimelerine kavuşma, kökenlerine ilişkin içgörü edinme ve böylece değişme/dönüşme imkanları hakkında düşünmenin ve konuşmanın gereksiz görülmesi bu yüzdendir.
Sözünü ettiğim diğer cereyan/kuvvet hem yukarıdaki feci duruma gerekçe ve meşruiyet sağlamak üzere işleyen hem de o durumun sonucu ve tamamlayıcısı olan ideoloji ve kültür cereyanıdır. Mütemadiyen yeni bir ruhsal bozukluk kategorisi yaratan, dolayısıyla her seferinde yeni bir ruhsal sağlık/normallik/iyilik tarifi/normu icat eden ve merkezinde bir tür “homo psikolojikus” kavramı bulunan ayrıntılı bir buyruklar/yasaklar/öneriler sistemi olarak psikoloji/psikiyatri ideolojisidir bu.
[1] Freud, SE XV, s. 20-1.
[2] Freud, SE VIII, s. 162.