Kim kongrelerden sonra parti aleyhine konuşursa, partiyi televizyonlarda tartışır hale getirirse, kimse kusura bakmasın, onu partide ayıracağım, kimse kusura bakmasın. Kimse… Çok açık, çok net söylüyorum.
K.K. (vurgular bize ait)
Türkiye'de siyasi elitin el ele verip en iyi becerdiği iş, anlamlı bir değişimin potansiyel faillerini dilsizleştirip değişimi imkânsız kılan yapıları bir "değişim" mecrasıymış gibi sunabilmesidir. Burada siyasi elitin önemli bir bölümünün ıskaladığı, bu stratejinin büyük oranda iktidardaki yapıları güçlendirmesidir ama günün birinde sıra bize de gelir düşleri ana akım politik aktörleri büyülemeye devam ettiği için bu adı konulmamış uzlaşıya oralardan sesi çıkanı ancak kongreden kongreye duyarsınız, demek isterdim ancak ortada öyle bir kongre kaldığı da şüpheli.
Güldür Güldür Show'un birkaç gün önce yayınlanan "Yeniliyoruz" oyununda bu "değişim" lafı, bir parti binası (hangisi, tahmin edin!) içindeki değişim talebi üzerinden tiye alınıyor. Parti binasındaki çiçeğin yerini bir oraya bir buraya koydurduktan sonra nihayetinde aynı yere geldiğini göremeyen, küçük bir çocuk gibi koltuğundan kalkmamak için şekilden şekle giren, değişimi kendisi istemesine rağmen değiştirmeme kararlılığını etrafındaki soytarıyı andıran danışmanlarının gazıyla her fırsatta gösteren bir Kılıçdaroğlu tiplemesinin hiç gerçekçi durmadığını, komik olmadığını söylemek isterdim, ama gerçekçi ve komikti.
Seyirci de öyle bulmuş olmalı ki oyun sık sık alkışlarla, kahkahalarla kesildi -o seyircinin ne kadarı değişim istiyor, ne tür bir değişimden yana, değişimden neyi anlıyor, ölçmek zor, bu da ayrı bir tartışma fakat şunu söylemek gerekir ki seçim başarısızlığının bütün sorumluluğunu alelacele Kılıçdaroğlu'nun sırtına yükleyivermek de muazzam bir kolaycılık, yanlış teşhis ve aynı zamanda destansı bir politik apolitizm örneği. Altılı Masa dağılınca onu yeniden bir araya getirmek için akla karayı seçen gazeteciler, akademisyenler, köşe yazarları şimdi bu "masa" projesinin isabetsizliğinden, ittifak siyasetinin manasızlığından dem vurup bütün siyasi tartışmayı, Kılıçdaroğlu'nun -zamanın tabiriyle- "vizyonsuzluğu"na ya da yanlış adaylığına bağlıyorlar. Oysa bence 2023 seçimlerindeki başarısızlığın en önemli olmasa da mühim bir nedeni, masanın kurulması değil, tersine masanın bir masa olarak kurulamamasıydı ama bu hakikaten daha detaylı bakılması gereken bir tartışma.
Ufak ama önemli olduğunu düşündüğüm bir detaya dikkat çekeceğim. Kemal Kılıçdaroğlu'nun uğursuz bir Tony Blair çınlaması yaratan "Sağ sol kavramları 18. yüzyıla ait. 18. yüzyılın kavramlarıyla 21. yüzyılın sorunları çözülmez," anlayışı, bana kalırsa, onun hem kurumsal siyasete hem parti siyasetine, hem de tabanla ilişkilere (halkla ilişkiler terminolojisiyle konuşalım, nasılsa öyle görülüyor) bakışını özetliyordu. Buna göre toplum kesintisiz bir biçimde kendi kendine gönderme yapan homojen bir bütünlüktür.[1]
A: Bu cümle beş sözcükten oluşuyor.
B: Valla öyle.
gibi…[2]
CHP bu ideolojisizlik vizyonunu toplumsal değişimin önkoşulu saydı/sandı. Oysa bu basbayağı sağ siyasetin kabaca son kırk yılda ilmek ilmek işlediği hegemonik mücadelesinin sonsözüydü, hâlâ öyle. Parti bu sonsözü, Türkiye yüzyılı el kitabının önsözü yapmaya girişti. Üstelik koca bir başarısız miras barındıran Blair dönemi İngiliz İşçi Partisi’nden ders çıkarmaya hiç yanaşmayarak, nasıl sağ-sol kavramları 18. yüzyıla özgüyse İşçi Partisi’nin başarısızlığı da İngiltere’ye özgüdür diyerek, Türkiye'nin kendine özgülüğü ezberini sürdüren bir politik akılla bunu yaptı. Tarih basitçe, açıkça ve neredeyse hiç sapmadan gösterdi ki sağ-sol ayrımının ortadan kalktığı iddiası, objektif ve kabullenilmesi gereken bir siyasi tasarı gibi öne sürülse de eninde sonunda kendisi bir ideolojik tasarıydı ve arkasında gizliden gizliye işleyen bir sağcı varsayımlar dizisinin hâkim kılınması amacı vardı. Kılıçdaroğlu bu araçla yola çıktığında direksiyondan ne zaman ellerini çekse, bugün herkesin dilindeki sağa çekmenin nedeni bu değil miydi?
Ekonominin kötüye gitmesi ve tencerenin kaynamaması, seçime giderken seçimin sonuçlarını tayin edeceği düşünülen en önemli problemdi fakat ideolojisizlik vizyonu sayesinde, iktisadi alanın ideolojilerden ve partizanlıktan arındırılması gerektiğini 80’lerden itibaren öne süren bir dizi neoliberal liberal öneriden (Washington Uzlaşısı) öte bir yere oturtulamadı. Hal böyleyken, kadroları farklı olsa da Millet İttifakı’nın iktisadi onarım perspektifi ile şimdiki Gaye Erkan-Mehmet Şimşek ekolünün politika tercihleri arasında esaslı herhangi bir fark olmaması bir skandal değil, gayet anlamlı bir örtüşmedir. Politika faizinin radikal değil ama istikrarlı artırılması, ücretlerin reel enflasyona göre değil hedef enflasyona göre belirlenecek olması[3], dolar/TL’nin Şahap Kavcıoğlu formasyonunu aratmayacak şekilde baskılanması (Tradingview’dan dolar/TL’ye günlük bakın, göreceksiniz -bu aslında ortodoks denilen iktisadi müdahalelerle uyumlu olmayan tek tercih olabilir), yoksullaşma pahasına da olsa büyümeden vazgeçilememesi gibi bir dizi iktisadi yönelimden anlamlı bir farklılaşma göremedik. Seçimden önce Cumhur İttifakı tarafından Londra tefecileri diye anılan ama herkesin adıyla sanıyla bildiği fon kuruluşlarından ve yatırım bankalarından temiz para bulunacağı vaadinin gerçekleşmesinin tek yolu politika faizinin artırılmasıydı, öyle de oldu, oluyor. Böyle oluyor ve olacakken, ücretleri enflasyonist baskıyla eriyen toplumun çoğunluğuna tefecilerin taleplerinden başka çıkış yolu sunulamadı. Faiz artışlarının istikrarlı da olsa anlamlı bir artışla gerçekleşmediği enflasyonist bir ortamda reel faiz, pozitife dönemeyeceği için enflasyonist baskıyı hafifletmenin tek yolu ücretlerin ve iç talebin daraltılması olur. Faizlerdeki anlamlı bir artış ise “ucuz para” imkânlarını köstekleyeceği için halkın önemli bir kısmında rahatsızlık yaratır. Bu kısırdöngüden çıkış yoluna dair iktisadi ortodoksi dışından tek bir önerinin tartışıl(a)maması, kamuoyunun gündemine dahi sokulmaması, bırakalım gündeme sokmayı bunun akıllardan bile geçmemesi günümüz siyasetsizliğine dair çok şey ima ediyor.
Ve bu sadece Kılıçdaroğlu’nun koltuğa yapışmasıyla ilgili yüzeysel bir tartışmayı değil, daha derin bir sorgulamayı çağırıyor.
***
Sergen Yalçın’a atfedilen bir mavra vardır: Bir muhabir sorar: “Sergen, 10-12 yaş arasındaki çocuklar İddaa oynuyor, ne dersin? Sergen: Almanya’dan uzak dursunlar, çok sürpriz oluyor.” Bu lafı gerçekten söylediğinden şüpheliyim ama bir an için doğru kabul edelim ve bu lafın üzerine gidelim.
Bu yanıttaki hikmeti görmemek elde mi? Sergen burada, bence pekâlâ sorunun neyi ima ettiğinin farkındadır. 18 yaşından küçük çocuklar İddaa oynamamalıdır. Derslerine çalışmalı, ödevlerini yapmalı, gerisini, harçlığı şunu bunu ailelerine bırakmalıdır. Gelgelelim, Sergen 18 yaşından küçük çocuklara dahi para lazım olduğunu bilir, bunu yok saymayacak kadar gerçekçidir. Ahlâki-etik öğüdü/yargıyı “büyüklere” bırakır ve toplumun önemli bir kesiminde karşılığı olabilecek bir yaşam pragmatizmini hayata geçirir: “Almanya liginden uzak durun!” Niye? Çünkü rekabetçi ve sürprizlidir.
Burada “Almanya ligi”ne takılmayalım; o sevimsiz iktisadi terminolojiyle belki “diğer tüm koşullar sabitken (ceteris paribus)” geçerli olabilecek, ama verili koşullarda yersiz ve manasız duran evrensel ahlâki telkin/duruş prensibine çekilen harekete odaklanalım; Güldür Güldür Show’da kurgusal Kılıçdaroğlu tipine inatla bir şeyleri değiştirtmeye çalışan fakat her seferinde bu değişim talebi reddedilen, hemen peşinden üzerine değişimin faydaları, erdemi, önemi boca edilen danışmanın muhatap olduğu o ruhsuz didaktizme… Türkiye’de kurumlaşmış muhalefet aktörleri, tam olarak öyle olmadıkları durumlarda dahi bu ruhsuz didaktizmi temsil ediyormuş gibi görünüyor. 2000’lerin başında bir reklam vardı, bir manken bir sürü lüzumsuz laftan sonra, “bu arada”, dünya barışı da istediğini söylüyordu, ona benziyor.
Elindeki avucundakini halka arzlara yatırarak[4] harçlığını çıkarmaya çalışan gençlere kötü yola düştüğünü söylemekten başka sözü olmayan bir kurumsal muhalefet anlayışı ile ideolojisiz politika kavrayışının kesişimine işaret etmeye çalışıyorum. İdeolojiyi öcüleştiren ve tikel-evrensel diyalektiğinden[5] bihaber bu gayri ideolojik-didaktik siyasal akıl, evrenselleşmiş gibi görünen her türlü politik ezberi toplumun üzerine boca ettiğinde başarıyı garantileyeceğini, herkesi kucaklayacağını ve evrenselleşmiş doğruları söylediğinde toplumun büyük kesimleri için anlamlı bir politika önerdiğini sanıyor. “Bu ülkeye huzuru getireceğim… kardeşliği getireceğim.” Huzur ne, kardeşlik ne? “Liyakati getireceğim.” Nereden? Kime, nereye? Bu liyakat, liyakatli kadrolar vaadi, nasıl oluyor da hakikaten bir liyakatsizlik abidesini andıran hükümetlerin hakim olageldiği bir ülkede bu kadar karşılıksız ve etkisiz olabiliyor diye sorduğumuzda, ne yanıt verebiliyoruz?
Öte yandan sorun sadece gayri ideolojik alana çekiştirile çekiştirile didaktikleşmiş ve standartlaşmış liyakat, temiz siyaset, ahlâklı politikacılar, güçlü ekonomi gibi toplumsal değişimi ateşlemeye anlamlı bir katkı sunmayan apolitik iddialardan kaynaklansaydı keşke. Hakikaten de muhalif kesimde liyakat sorunu çözüldüğünde toplumun pek çok esaslı meselesinin kendiliğinden hallolacağına veya temiz/güçlü/adil siyasetçi diye tanımlayabilecek birilerinin yönetimde ağırlık kazanmasıyla kökten çözüleceğine dair bir inanç yok değil. İdeolojiden arındırılarak tedricen dilsizleştirilen bir siyasal alanda sanki ağızdan istemsiz kaçıveren önerilermiş gibi yankılayan evrensel doğru (temiz para/siyaset/toplum), vaat (liyakatli yönetim) ve öğütlerle (önümüz seçim, tahriklere kapılmayalım) vaziyeti idare eden kurumsal muhalefetin mevcut durumuna şaşırmak da güçleşiyor. Değişim lafının kendisini içeriksizleştiren kurumsal siyasetin ayarlarıyla oynamaya cüret edecek bir politik failin orada bir yerlerde keşfedilmeye hazır olduğunu iddia etmek mantıksız. Varmış gibi muamele etmeden, onu icat etmek gerekiyor. O da ideolojisiz olmuyor.
Mesele kurumsal siyasetten ümidi kesip kesmemek değil, kendimizden ümidi kesip kesmeyeceğimize karar vermek.
[1] 100 puanlık soru: Eğer öyleyse, herhangi bir politik müdahaleye ihtiyaç var mıdır? Partiden, partililerden buna esaslı bir itiraz geldi mi?
[2] Behzat Ç. 84. bölüme (“Senaristin Sonu”) selam olsun!
[3] Mehmet Şimşek açıklamıştı; bunun arkasında enflasyonu ücret artışı ve talebinin azdırdığını öne süren ideolojik iktisadi varsayım yatıyor: “Şimşek: Erdoğan’ın OVP desteği tam, en ufak tereddüt yok”, Bloomberg HT, 7 Eylül, https://www.bloomberght.com/simsek-erdoganin-ovp-destegi-tam-en-ufak-tereddut-yok-2337940
[4] “Borsa İstanbul'da üç yılda 130 şirketten halka arz”, Dünya, 2 Ekim 2023, https://www.dunya.com/finans/haberler/borsa/borsa-istanbulda-uc-yilda-130-sirketten-halka-arz-haberi-706572
[5] Ernesto Laclau, Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, çev. Ertuğrul Başer, Birikim Yayınları, İstanbul, 2000.