Anayasa Mahkemesi’nin kararları, epeydir, bir çeşit bilirkişi raporu gibi veya hukuk alanında faaliyet gösteren bir düşünce kuruluşunun raporu gibi muamele görüyor. ‘Bu da bir görüş,’ ‘Onlar da öyle demiş…’ gibisinden… Bağlayıcı değil. Dikkate alınması veya alınmaması, halin icabına, idarenin takdirine bağlı.
Hakkın hukukun teminatı olan anayasanın hakkını hukukunu koruyan (ki bunu da hakkıyla yapmadığı, hatta bizzat aşındırıcı bir etkide bulunduğu haklı olarak sorgulanan[1]) en yüksek mahkemenin gördüğü bu muamele, Murat Sevinç’in deyişiyle, memleket yargısı için bile cüretkâr sayılacak bir aşama.[2] ‘İdare’nin tasvip etmediği bir kararı nedeniyle, üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Üstelik, kararları hiçe sayılan yüksek mahkemenin tüzel kişiliği (“bölünmez bütünlüğü”) de hiçe sayılarak, söz konusu karara olumlu oy veren üyeler hakkında…
***
Skandalın vahameti, ortada. Yargının had safhada araçsallaşması hakkında konuşuldu, konuşuluyor. Fiilî anayasasızlaşmadan bahsediliyor.[3]
Bunların altını sabit kalemle çizerken, skandalın daha genel mahiyetteki başka bir veçhesine bakmak istiyorum.
O da, kurumkırımdır. Soykırım, kadın kırımı, kültürel kırım… misali, kurumların kırıma uğraması.
Türkiye’nin son yirmi yılının, “AKP çağının,” karakteristik vasıflarından biri bu değil mi? Bazı kurumlar tamamen tasfiyeye uğradı; akla SEKA geliyor. Bazıları, birtakım torbalara tıkılıp hususiyetsizleştirildi; akla “vergi müfettişi” kalabalığına karıştırılan Maliye Hesap Uzmanları Kurulu geliyor. Birçokları tesirsizleştirildi; akla hepsinden önce TBMM geliyor. Bazıları fethine girişerek veya kadroları harcanarak veya ‘düzlenerek’ lime lime edildi; akla gelenekli liseler ve üniversiteler, fakülteler geliyor. Sadece kuruluşları düşünmeyin; “ana akım” medyanın çözündürülüp gaz formuna sokulması da kurumkırımın bir faslıdır.
Kurumsal geleneklerin tahribini, kurumlardaki maddi ve kültürel sermaye birikiminin tasfiyesini, kurumlaşmış meslekî otoritelerin “idare”nin otokrasisi lehine tağşiş edilmesini kastediyorum kurumkırım kavramıyla.
***
Bu bir devam yazısı. 7 yıla yakın zaman önce, henüz bu adı koymadan, kurumkırımı tartışmaya çalışmıştım.[4] Türkiye’de kurumkırımın, global gelişme ile “AKP çağı”nın bireşimine dayandığını, tekrarlayayım. Cihanda, neoliberal deregülasyon süreci işliyor: Sosyal refah devleti kurumlaşmasının tasfiyesi, Dünya Bankası lisanıyla “piyasalar için kurumlar yaratma” süreci – yani sermaye döngüsüne zorluk çıkarmayacak, alabildiğine ‘esnek,’ alabildiğine preker kurumlar – kurumların prekaryalaşması…[5] Ve kurum deyince, esasen şirketlerin anlaşılması. “Kurumsal” sıfatı artık isimleşerek şirketin eş anlamlısı oldu ya zaten. “Kurumsalda kariyer yapmak” diyorlar mesela. Birçok kamu kurumu, “kurumsal”a dönüştü biliyorsunuz bu arada. “Kurumsal,” aslında kurumsu gibidir – gûya-kurum.
Muhbirliği teşvik ederken yargı-yürütme ilişkilerini prekarize eden CİMER ‘mekanizmasını’ da, kurumkırımın bir veçhesini oluşturan bu yeni-kurumların bir örneği olarak anmalıyız. Kurumkırımın kurumlaşması.[6]
Yurtta, bu global süreç, “Eski Türkiye” kurumlarını tasfiye etme, altlarını oyma, içini boşaltma cehdinin duygu siyasetiyle örtüşüyor, bütünleniyor.
***
Neoliberal devrin yeni- veya post-muhafazakârlığının eski-muhafazakârlıktan bir farkı da buradadır. Eski- veya geleneksel muhafazakârlık, Gelenek taşıyıcısı olarak gördüğü kurumlara hürmetkârdı. Geleneği icat etme kibrindeki post-muhafazakârlık ise, kurumlar ayağına takılsın istemez.
Ve tabii, zamanın rüzgârı olan popülist tarz-ı siyaset de kurumlara gıcıktır. Avrupa Birliği, eski usul partiler, yüksek mahkemeler, üniversiteler, uzmanlık kuruluşları, medya, velhâsıl “kurumlar,” halkın/milletin derdiyle hemdert olmayan, onun saf ve dolaysız iradesine ket vuran, yabancılaşmış (zaten yabancı akılların eseri), ukalâ, züppe yapılardır, popülist maneviyatın nazarında.
***
Eski-muhafazakârlığın kurum düşkünlüğü, kurumsalcılığı, bizi ikaz etmelidir elbette. Kurum dediğiniz, yapısal bir muhafazakârlığı içerir. Gelenekleriyle, prosedürleriyle, kuralcılıklarıyla, katı, katılaştırıcıdırlar. Yeniliklere karşı kuşkucu olmaya yatkındırlar. Ağırdırlar; hem yavaş, hem molla. Kurumları kendilerini zannettikleri gibi ebedî zannetmemek gerekir, kurumların cansızlaşıp bir noktada kaskatı kesilebileceğini bilmek gerekir. Demokratik kurumların, demokrasinin yaşaması için şart olduğunu bilirken, demokratik iradenin, demokratik eylemin, demokratik işleyişin enerjisiyle beslenmediklerinde o kurumların kağşayabileceğini unutmamak gerekir. Demek, kurumlara fazla güvenmemek gerektiğini unutmamak…
***
Dünyada neoliberal kurumkırıma muhalif olanların son zamanlarda edindiği bir şiâr var. “Black lives matter” sloganından uyarlanmış bir şiâr bu: “Institutions matter!” diyorlar.[7] Yani, “Siyahların canı mühimdir, siyahların hayatı değerlidir” gibi, “Kurumlar mühimdir, kurumlar değerlidir.”
Bu, kuşkusuz tepkisel bir şiâr. Neoliberalizmin kurumları piyasaya savuran siyasetinin yarattığı sonuçlara duyulan tepkinin ifadesi. Özellikle az çok demokratik katılıma açık kurumların, sosyal refah kurumlarının, hükümetlerin-idarelerin ve şirketlerin icraatını denetleyen-gemleyen kurumların berhava olmasından duyulan rahatsızlığın ifadesi.
Zira kurumkırım, hükümetlerin, idarelerin, şirketlerin keyfîliğini namütenahi genişletiyor. Güvencesizliği, öngörülmezliği artırıyor. Çoğu alanda, vatandaşların karşısında sorumluluk sahibi bir muhatap kurum olmaması, olsa olsa bir “kurumsal”ın çağrı merkezi telefon numarasına emanet edilmeleri, bu durumun kanıksanmış alâmeti.
Kurumkırım, bilginin ve deneyimin biriktiği hazneler olarak kurumların aşınması, dağılması demektir. Uzmanlık bilgisinin, liyakatin değersizleşmesinde, muhakkak bunun da payı var. Hiçbir özgül alanda bilginin, vukufun ve deneyimin otoritesini tanımayan anti-entelektüalizmin yayılmasında, muhakkak kurumkırımın da payı var. Kurumkırım, tümüyle aklın prekarizasyonunun faillerindendir.
Kurumların birçoğuna da bayılıyor değildik. Fakat kurumların kendi kıymetinden öte, mesele, kurumkırımdır. Kurumkırım siyasetinin, kurumkırımcı zihniyetin belâ taşıyor olmasıdır.
* Okuduğunuz yazı yayımlandıktan sonra, Cengiz Aktar'ın 2022 Mart'ında Alin Ozinian'a verdiği mülakatta bu terimi kullandığını öğrendim. Ahmet İnsel de Birikim'in 382-383. sayısında (Şubat-Mart 2021) "Faşizm, popülizm ve post-faşizm" başlıklı yazısında (s. 14) bu terimi kullanmıştı.
[1] Bkz. Işıl Kurnaz’ın Birikim-Güncel’deki son yazısı.
[2] https://www.diken.com.tr/memleket-yargisi-icin-dahi-hayli-curetkar-bir-adim/
[3] Anayasasızlaştırma kavramını, Murat Sevinç ve Dinçer Demirkent’in yazılarında takip edebileceğiniz gibi, Kemal Gözler’de de okuyabilirsiniz: https://www.anayasa.gen.tr/anayasasizlastirma-v4.pdf
Oya Aydın ve Özlem Kaygusuz’un güçlü bir analizi, bugünlerde Birikim-Haftalık’ta yayımlandı. link
Kemal Can ise, durumu “istismarcı anayasacılığın” yerli ve millî kullanımı olarak tasvir ediyor: https://medyascope.tv/2023/11/12/kemal-can-yazdi-anayasal-kriz-kimin-firsati/
[4] https://birikimdergisi.com/haftalik/7523/kurumlari-yipratmak
[5] Anayasanın prekarizasyonundan da söz edebiliriz.
[6] Bu bahis için, Kerem Ünüvar ve Aybars Yanık’a teşekkür.
[7] Bu tavra daha önce değinmiştim: Tanıl Bora, “Neoliberalizmden çıkışı düşünmek: Keynes-Polanyi çözümü,” Birikim, Sayı 393-394 (Ocak-Şubat 2022), s. 106-110.