Psikanaliz, Psikiyatri, Felsefe (1)
Erdoğan Özmen

Psikiyatr ve psikologların son zamanlarda felsefeye yönelik ilgi ve meraklarındaki artışı, bir tür “felsefe yapma” arzusunu nasıl anlamalıyız acaba? Bir tür diyalog ve etkileşim arayışı mıdır söz konusu olan? Öyle ise, bu arayışa yol açan hangi ihtiyaç ve eksikliklerdir? Hegel, Spinoza, Heidegger, Kierkegaard, Husserl, Levinas gibi farklı filozoflardan umulan nedir? Bu ilgi ve arayışın psikiyatri/psikoloji kliniğine ilişkin söylediği şeyi nasıl kavramalı ve nerede konumlandırmalıyız? Salt entellektüel merakla sınırlı bir şeyden mi söz ediyoruz? Yoksa, insan/insanlık kavrayışımızda apaçık bir yetmezlik ve sığlık çoktan kapımızı çalmaktadır da bir dönüşüm ve yenilenme için yeni düşünme yolları icat etmemiz mi gerekmektedir? Günümüzün ruhsal ıstıraplarının -dolayısıyla kliniğin- içerikleri değişmekte ve varolan kavramlarımız yetersiz mi kalmaktadır?

Belki de, psikiyatri/psikoloji kliniğinde bazı varsayım ve beklentilerimizle ilgili bir altüst oluşun eşiğindeyizdir ve felsefe merakı bununla ilgilidir: Kendini katı ve kesin bir biçimde gözlem ve sınıflandırmayla sınırlandırmış, teoriyi bir fazlalık, aşırılık ve fuzuli yük olarak gören, ve “pozitif” bilimlerin (hard science) bile çoktan terk ettiği ampirik model ve yaklaşımın açmaz ve sınırlarına ait bir mesele ile karşı karşıyayızdır. Nedensellik bağları ve ilişkilerinin, anlama/açıklama faaliyetinin yerine korelasyonlardan ibaret bilgiyi yerleştiren, korelasyon bağlantılarıyla yetinen bu modeli en nihayetinde aşmakla ilgili bir sıkıntı içindeyizdir. Nesneyi eksiksiz ve nesnel bir biçimde tanımlaması umulan saf, tarafsız ve herhangi bir ön-kavrayışla lekelenmemiş gözlem anlayışı/varsayımının hala sürdürülmesinin paralize edici sonuçlarıdır muzdarip olduğumuz şey. Tanı faaliyetini ve kliniği, kliniğin bilgisini ortadan kaldıran, klinikten kopmaya yol açan bir tuzak değil mi bu? Klasik sendromların ortadan kalktığı, bunun yerini yüzlerce yeni kategoriden oluşan devasa bir zihinsel bozuklukların “sınıflandırma/tanı/istatistik” (DSM) el kitabının aldığı bir tuzak?

Söz konusu yüzlerce kategorinin klinik ortamda doğrudan gözlenebilir/algılanabilir halde mevcut olduğunu, dolayısıyla inceleme/araştırma nesnesinin inşa edilen bir şeyden ziyade verili ve saydam ve sabit/değişmez halde orada, bir yerde bulunan bir şey özelliği taşıdığını varsaydığı ölçüde klinisyeni bir tür stok sayım görevlisi/envanter memuru ile eşitleyen bir mantık yok mu burada? Kavramsal temeller, teorik ayrımlarla herhangi bir meselesi ve ilişkisi kalmamış, “değişmez nesne”nin özündeki kesinliği yakalamaya/kavramaya odaklandığı ölçüde klinisyen ile hasta arasındaki ilişkiyi ıskalayan ve önemsiz kılan bir mantık ve tavır bu. Kliniğin asıl nesnesi olan; yansıtmalar, özdeşimler, ayrılma ve yakınlaşmalar, aktarım ve karşı-aktarımlar eşliğinde mütemadiyen gelişen ilişkinin ıskalandığı bir yaklaşım.

Psikiyatri/psikoloji kliniğinde ortaya çıkan felsefe merakı ve ilgisi de benzer bir mantığı ve temeli paylaşıyor. Belki haklı bir çıkış noktasından, DSM’nin gözlemden ve sınıflandırmadan ibaret mevcut ateorik ve ampirik gerçekçiliğine yönelik haklı bir itirazdan hareket ediyor. Bu durumu aşma çabasıyla ilişkili belki. Ancak daima klinik gerçeklikle ilişki içinde ortaya çıkan teorik kavramlara yönelik, kliniği yok sayan bir arayışı mümkün saydığı, böylesi bir arayışa yaslandığı, kliniğin yerine felsefeyi, felsefenin içgörülerini yerleştirmeye çalıştığı ölçüde itiraz ettiği durumla yakınlaşan bir çaba bu. Psikiyatri/psikoloji kliniği çoktan, kelimenin en özgül anlamıyla bir felsefenin, hakiki bir felsefenin ete kemiğe büründüğü bir alandır. Nitekim psikanaliz bir anlamda budur, bunun içindir: Kliniğin bir felsefe olarak, felsefi bir alan olarak yeniden tarif edilmesi ve kurulmasıdır:

 “Freud’un keşfinin başlıca boyutlarından birinin tam da fiziksel ve zihinsel diye tanımlanan bu iki alanın örtüşmesi olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak gerekir. Psikanalizin nesnesini genel ve anlamlı bir şekilde tarif etmenin bir yolu varsa, tam da şu olabilir: psikanalizin nesnesi iki alanın örtüştüğü bölgedir; yani, biyolojik ya da bedensel olanın halihazırda zihinsel ve kültürel olduğu, aynı zamanda kültürün tam da çözüme kavuşturmaya çalıştığı (ama bunu yaparken yeni açmazlar yarattığı) bedensel işlevlerin açmazlarından doğduğu yerdir. Başka bir deyişle -en önemli nokta da burası belki- söz konusu örtüşme zaten tesis edilmiş iki kendiliğin (“beden” ve “zihin”) örtüşmesinden ibaret değildir, aynı zamanda içinde örtüşen iki tarafı doğuran da bir kesişmedir. Freud kültürün ve zihnin insan bedenlerini ne ölçüde etkileyebildiğini, hatta çarpıtıp fiziksel değişime uğratabildiğini çabucak görmüştür; ama aynı zamanda, belki daha önemlisi, insan bedeninde bunu mümkün kılan bir şey olması gerektiğini de görmüştür. Bu şey, doğuştan gelen bir kültür ya da maneviyat eğilimi ya da bedenlerimizde depolanan bir zihin mikrobu veya ruh değildir; daha ziyade, her nasılsa üretken olduğu anlaşılan biyolojik bir arızaya benzer.”[1]


[1] Alenka Zupancic, Neden Psikanaliz, Çev. Barış Engin Aksoy, Metis, 2011, s. 9-10.