Kerem Ünüvar’a, sevgiyle…
Kıvır kıvır saçlarıyla bir tutam İstanbul’dur Erdal Tosun: öksürüğü Haliç’ten, çın çın kahkahası Salacak’tan duyulur. Şehrin tenha sokaklarında tek başına, yalpa vura vura esen bir sonbahar yeli; ya da el ayak çekilince dadanan bir hüzün, bir uzun ve kalın sessizlik, bilhassa da akşamüstlerinde... “Hüzünlü değilim, benim mizacım böyle,” diye yakınır, ama nafile… Varoluşun derdini efkârını daha doğarken yüklenmiş, koca gövdesine dünyayı nakışlamış gibidir Erdal Tosun. Gelin atı gibi süslenmiş bir narin kamyonet: sarsıla sarsıla, pat pat yol –sahne– alır yaşamın oralarında buralarında; Erdal Tosun’dur o… Hâsılı ağırbaşlı bir yalnızlık, taş çatlasa elli üç yaşında bir çocukluk: Parmaklarından köşe başları, sakallarından perşembeler, yanaklarından yolunmuş komşular damlar; dünyaya, kente ve zamana… Kimselere anlatamadığı bir aşka mı düşmüştür, bir şeyi mi kaybetmiştir, ya da bir yerde fazla mı susmuş, çok mu kırılmıştır; bilinmez, ama sesindeki o çatallanmada sigaranın günahı yok: koltuğunda şarap şişesi, yakasında kanlı bıçaklı bir sevdayla, ben ettim sen etme der gibidir, daima... Şair değildir, ama ne vakit görünse o sarsak ve dalgalı cüssesiyle bir şiiri andırır, hangi vakitlerden, kimin şiiri? Olsa olsa atıp derdini ceketinin iç cebine, bıçkın ve dargın, “ben Üsküdarlıyım arkadaş,” diyen bir Metin Eloğlu şiiri; yakışır:
“Şu deniz tipisi İstanbul’cuğa bakıyorum da,
Ne ağlayasım geliyor, ne gülesim;
Nesim geliyor aklıma!
Nesim civarına bir yahudi.
Gözleri?
Gözleri mözleri yok.
Dişkökleri, yüpyüreği ve kemikleri?
Yok a canım..
Nesim yok ki!
Şu dinsiz imansız İstanbul’cuğa bakıyorum da;
Acaba son sevdiğim ilk gelecek mi?”
Elbette gelmeyecektir… Tam da bu gelmeyiş yüzünden daha da bir güzeldir zaten o son sevilen; kaşıntıyla, huzursuzlukla beklenir, ama gelmeyecektir, derken usul usul akşam çöker, ve o yokluğun, o derin hiçliğin, kabarıp sönen hiddetin, ifade edilemez şeyin etrafında döner mizah: şakaya bulaşmış kök acı, cazip bahane, avaz avaz pencereler, çipil çipil haneler, piç kuruları, “zindandelen balıkları,” hisli orospular, “parmakları yüzüklü zamparalar”, bastırılan ama bir yolunu bulup da yüzeye vuran tüm o ürkek sancılar: “şu dinsiz imansız İstanbul”da Erdal Tosun “hayallerimizi de satmadık ya” diyecektir; bir itirazdır bu upuzun, inatla ve dövünerek, bir şeyleri bekleyerek, kalabalıklar arasında, hâlâ mı Hamlet..?
***
Toplu bir fotoğrafta kenarda ve hep bir adım geride duran kişidir Erdal Tosun. Bir romanın –sinemanın– başkişisi olmamıştır hiçbir zaman, istememiştir de sanki böyle bir şeyi, çoğun kenarın, kıyının insanıdır, sevmiştir bunu: merkezin göz alan, göz dolduran yerine talip değildir, galiba kenarın karizması yetmiştir ona. Bazı insanlar yağmuru sever… Bu dünyada bıldırcınlar vardır… Belli ki, entelektüel donanımını, yaşam vukufunu, ilgilerini, tecrübe zenginliğini şurasında bir mendil gibi taşıyanlardan o da; terde, darda, gözyaşında, usulca çıkarılıp uzatılan bir mendil; karşılık beklemeden, sırf sevgiden… Ve o güzel susmalar, birdenbire, kâğıt kesiği gibi… Sanki gençliğini pisi pisine bir kumarda kaybetmiş gibidir Erdal Tosun… Masadan kalkmış, ağır ağır dönmüştür, nereye?
***
Çizgili takım elbisesi, boynunda zinciriyle Eyvah Necdet’tir, hayvanlara düşkün içli bir gangster; üzülür, bağırır çağırır, kurbağalardan, ördeklerden dem vurur, yetmez gibi bir de âşıktır, Züleyha (olağanüstü oyunculuğuyla Demet Akbağ) cilvesiyle, tafrasıyla, çalımıyla adamı şaşkın, perişan eder… Ama kim kime vurulmuştur, Erdal Tosun daha en başta, tıfıl bir hevesliyken Atıf Yılmaz görür görmez kapısını çalar onun: kapıyı çalmak bir tabir ya da mecaz değil, hakikattir, evine gider Tosun’un… Cevher parıldıyordur, ucuz ve beyaz bir spor ayakkabıyla bir mahalle yeni yetmesidir, ya da çok sonraları bir zarif ve sevgi dolu tımarhane kaçkınıdır Selçuk Aydemir’de, talih boyalı ve son kalan civcivleri ona uygun görmüştür Yılmaz Erdoğan sinemasında; ama hiç hayıflanmaz, bağrına basar tüm bu kenar varoluşları. Zira farkındadır, güzellik, fiyaka, albeni; hepsi geçer gider, solar zamanla; ama karizma, ama hakiki ilgi ve merak kalır, kıvam bulur… Erdal Tosun bir Brad Pitt olmadığını herkesten önce kendisi bilir, ama Goerge Clooney’den daha güzel yaş almak da ona nasip olmuştur: alnındaki kırışıklıklar birer bıçak yarası gibidir, birer kanıttır yaşadığına, bazen kendini hedef tahtasına koyarak, sakınmadan:
“Sen bana bu akşam eve geç geldim diye kızıyorsun
Üstelik ayakta duracak halim yok diye kızıyorsun
Seni öpüp koklamadım diye
Ekmek almayı unuttum
İlacını yaptırmadım diye kızıyorsun;
Ben de olsam kızarım.”
İstanbullu olmanın şanındandır bir yerde, bütün hatalar çekilir, çatışmalar yatışır, onca kaza, onca ihmal: geriye “ben de olsam kızarım,” kalır; Erdal Tosun’un da ağzından dökülecek dizeler, sesler… Kendine de kızacaktır, belki en çok kendine…
***
Mala mülke, şana şöhrete yan çizdiği aşikâr, ihtirasın defterini çoktan dürmüştür: kimi insanlar yaradılıştan mahcuptur, yaşamak elbette suç değildir, ama insanı bir parça sessizliğe, kendi bulunduğu yere, şuncacık yüreğine lehimleyen bir şey var. Alçaktan uçar Erdal Tosun, yüksekten uçmaktan korktuğu için değil, tıpkı bizim Cemal Süreya gibi, dostlarından, arkadaşlarından çekindiği için belki: alçaktan uçar, sessiz ve kendi kanatlarıyla… Karaköy’de korsan bir CD tezgâhında daha dördü çıkmamışken Matrix’in beşini satar mesela Erkan Can’a: “Koca Erkan Can bizi yoklamaya gelmiş iyi mi?”
***
Mizacına sinen, bakışlarında çırpınan sevgi biraz kırgındır sanki, bir iç savaştan sağ ama yaralı çıkmış gibidir Erdal Tosun. Bozguna uğramış bir kent gibi dağınık, telaşlı… Biraz evvel bir kuytuda boğuk boğuk gözyaşları dökmüş de gelmiş gibidir, gözkapakları çoğun ıslak, tebessümü kesik kesik... Güzel adamdır o ayrı ya, zembilinde acıları ve kayıpları, belki biraz tıknefes ama kudretle “nerde kalmıştık” diyen bir güzel eda: unutuşun sularından bir tas içmektense hatıraların dağlayan, ama ayakta tutan ısrarıyla, hep yaşama doğru…
***
“Ölünce ne yapsak sabah oluruz,” diyordu Melih Cevdet; pırıl pırıl bir İstanbul sabahıdır Erdal Tosun; gülüşüyle, susuşlarıyla, ve elbette o kendine has sesiyle… Ses deyip de geçmemeli, çok az konuşup da The Godfather’da Marlon Brando’yu seslendirmek; kim Don Corleone’yi seslendirmeye yeltenir ki: demek kıyıdan köşeden birden meselenin tam ortasına sıçramak da mümkün, istenirse, ve gerekliyse: orada konuşmak, orada sahne almak, Marlon Brando ile…
***
Darmadağınık bir sitemle “sonbahar bir sanat, diğerleri ise mevsimdir” diye çıkışıyordu Cemal Süreya; kime bunca kızdı yahut gönül koyduysa, döngülere mi, geçişlere mi, kim bilir… Ama bir sonbahar, bir sanat kaybıdır Erdal Tosun, Kasım ayı kapanırken, rahmete erişinin sene-i devriyesinde, ruhu şad, mekânı cennet olsun…