Toplumun üstüne çöken “düşmanlık” ruh haline endişeyle bakıp duruyorum. Bu hafta T24’e yazdığım yazıda da bunun üstünde durdum. Daha da çok konuşacağız bunu, konuşmaya kalan vaktimiz oldukça.
Evet, “modern” Türkiye bir karşıtlık üzerinde kuruldu: o karşıtlığı gidermeden, onun üzerinde. Bunu imparatorluktan cumhuriyete geçiş olayının yaratması beklenecek türlü arızaların toplamı olarak da adlandırabiliriz; batılılaşma-modernleşme gibi bir devlet politikasının kaçınılmaz kültürel şoku da sayabiliriz. Başka bir ad da bulabiliriz. Sonuç olarak, bir “düalite”nin huzursuz varlığı sözkonusu. Kaç kere yazdım: yüznumaranın dahi alaturkası ve alafrangası olan ve bu ikisinin birbiriyle ilişkisi “limoni” bir biçimde devam eden bir toplumda yaşıyoruz. Ayrıca, “yüznumara” kelimesinin kendisi de (Fransızca “sans” ve “cent” karışıklığı) sürecin absürd karakteri hakkında bir şey söylüyor.
Türkiye’nin ikili yapısı bu “yüzyıllık cumhuriyet” boyunca devam etti, ama hemen hemen tamamı, “Batı”dan yana güçlerin iktidarı altında geçti — AKP’nin iktidar olmasına kadar. Bu olunca, “Batıcı” kesim (12 Eylül rejimi, Şubat “postmodern” darbesi gibi olaylara rağmen olunca) şoka girdi. Bu kesimde, “Bu adamlar iktidar olacak olursa ben Kenan Evren’in yanındayım” söylemi yerleşmeye başlamıştı. “Düşmanlık” politikasını da o aşamada onlar başlattı; ordu göreve çağırıldı. Cumhurbaşkanı krizi çıktı, parti kapatma girişimi başladı v.b. Ancak, anlaşılan bu kesimin dayanağı politik güçler de bütün bu olaylardan sonra enerjilerini kaybetmişti. Abdullah Gül Cumhurbaşkanı oldu, parti kapatıl(a)madı, iktidarda kalmayı başaran AKP her gün yerini sağlamlaştırmak üzere adımlar attı. Bu yolda kazanımları malum Temmuz olayında, darbe girişiminde sınava çekildi ve sınavı geçti.
Bu süreç içinde, Gezi direnişi ile birlikte, Tayyip Erdoğan da kendi cephesinin Batıcı kesime duyduğu düşmanlığı stokladığı torbanın ağzını açmaya ve bu düşmanlıkları parça parça ortaya dökmeye başladı. O da bunu çoğaltarak devam ettiriyor. Ettirmeye kararlı olduğu görülüyor. Bir süreden beri toplumda ses çıkarma araçları, imkanları onun elinde.
Böyle zıtlaşmalarda taraflardan biri altta kalmışsa (hele “İslamcı kesim” gibi bu altta kalma durumu uzamışsa) bu “mağdur” kesimin düşmanlık birikimi yapması anlaşılır bir durum olur. Buradaki durumda, sözkonusu kesimin oldukça gerçeküstü anekdotlar uydurması da beklenir bir durumdur.
Çok-partili parlamentocu bir politik düzende rakip partilerin neredeyse “münavebe” ile iktidara gelip gitmeleri baştan kabul edilmiş ve üzerinde anlaşılmış durumdur. Bu gelenler ve gidenler birbirinin rakibidir ve konjonktüre göre aralarının daha “açık” olması ya da tersi normal ahvaldendir. Türkiye’de durum böyle değil. Burada karşıtlık, öbürünün varlığına tahammül edememek derecesine gelebiliyor. Tayyip Erdoğan’ın “iktidar olma” üslubu da bu gerilimi buralarda tutmayı, gevşetmemeyi içeriyor.
Muhalefetin kazandığı belediyeler konusunu bir düşünün. İstanbul gitti, Tayyip Erdoğan “topal ördek” politikasını başlattı. İmamoğlu’na oy verenler sadece “bize vermeyen” kitleler değil, cezalandırılması gereken, “yerli ve milli” sıfatını hak etmeyen kalabalıklar. Onları şundan bundan yoksun kılarak bir dahaki seçimi kazanmak parti politikası.
“AKP’li ve MHP’li milletvekillerinin oylarıyla reddedildi” diye bir cümle var, değil mi? Sık sık işitiyoruz. Muhalefetten birinin herhangi bir konuda verdiği önerge olduğunda bu cümle söyleniyor ve geçiyor. Muhalefet saçma şeyler mi söylüyor, yanlış şeyler mi söylüyor? Hayır, daha doğrusu ne söylediği zaten önemli değil. Önemli olan kimin söylediği. Onlar, muhalefet söylüyorsa, ne söylerse söylesin, cevabı “hayır” olmak zorunda. Yok sayacaksın onları; toplumu, onların olmadığı bir Türkiye’yi öğrenmek ve kabul etmek üzere eğitmeyi amaçlıyor. Ve inanılmaz bir tarafgirlik! Bu en çarpıcı biçimde hukuk alanında kendini gösteriyor. “Bizimkiler”den biri suç mu işlemiş? Ona her türlü yardımcı olmak gerek. Muhalefetten filanca, diyelim bir konuda demeç mi verdi? Suç işlediğine dair kıyameti koparmak ve saçma sapan davalarla rahatsız etmek gerek.
Bunları biliyoruz, çünkü her gün yığınla örneğini görüyoruz. Bu örnekler çoğalıyor, birikiyor. Ne olacak? Ne yapacağız? Denk güçlerin böyle bir gerilim içinde birlikte hayatı sürdürmeleri kolay bir iş değil — sağlıklı bir iş de değil. Çözüm (“çözüm” diye bir şey olacaksa) bu güçlerden birinin öbürünü yok etmesiyle sağlanacak değil, ama uzlaşma nerede, nasıl gerçekleşebilir?
Erdoğan’ın gerilimi sürdürmek üzerine kurulu politikası, ona karşı muhalefette benzer bir tavıra yol açmıyor; burada, en azından “dil”, dışlama değil kucaklama düşüncesi içeriyor. Bunun sürmesini ve toplum üzerinde etkili olmasını umuyorum. Toplumun gösterdiği davranışlar da bunun imkansız olduğunu iddia etmiyor bence. Toplum bu gerginliğin sürmesinden yana değil bence. “Yana” olanlar şüphesiz var; böylelerinin çoğu ilerlemiş denecek derecelerde militanlaşmış dersek, sanırım çok yanlış bir şey söylemeyiz. Ama böylelerinin çoğunluğu oluşturduğunu sanmıyorum.
Sanıyorum, sanmıyorum… Karmaşık bir durum, bu durumda olabilecekler de bir çeşitlilik gösteriyor. Ama bu gerilimi sürdürmek üzere davrananlar ateşle oynuyor. Çünkü bu dengesiz konjonktürde çatışma taraftarları başarılı olabilir ve biz şu andaki politik aktörlerin ömürlerinin çok sonralarında da devam edecek bir kaosun içine girebiliriz.