Sırf son bir ayın gündeminden iki örneğe bakalım. Erdoğan, 7 Aralık’ta Yunanistan Başbakanı ile görüştü, hem de onun ayağına giderek, Atina’da. Üstelik daha 2022 Mayıs’ında “artık benim için Miçotakis diye birisi yok” demişken. Diğer örnek içişlerinden. 2014’te BDP yönetimindeki Diyarbakır Büyük Şehir Belediyesi’nin bir meydana verdiği Şeyh Said ismi 2019’da atanan kayyım tarafından kaldırılmışken Aralık ayında bir başka kayyım idaresi Şeyh Said Bulvarı’nın açılışını yaptı.
Zaman dilimini genişletir, daha geriye gidersek benzeri çark edişlerin sayısıyla baş edemeyiz. Erdoğan’ın hakkında “bu can bu bedende durdukça o papazı kimse alamaz” dediği Rahip Brunson’un bu Manço-vari meydan okuyuştan kısa bir süre sonra serbest bırakılıp ABD’ye geri gönderilmesi…2019’da Ayasofya’yı cami yapma çağrılarına cevaben “bu oyunlara gelmeyelim, bunların hepsi tezgâh” diyen Erdoğan’ın bundan sadece bir sene sonra “tezgâha” gelmesi…2010’da Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara gemisinde 10 Türk vatandaşının öldürülmesi sonrası askıya alınan İsrail-Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerin 2013’te normalleşmesine gelen tepkiler üzerine Erdoğan’ın “Siz kalkıp da Türkiye'den böyle bir yardım götürmek için günün başbakanına mı sordunuz?” diye çıkışması…Yüksek enflasyona, TL’deki hızlı değer kaybına rağmen faize karşı Nas mücadelesinde ısrarın 2023 seçimleri sonrası sessiz sedasız terk edilmesi…Onca sene Rabia işaretiyle kitleler selamlandıktan sonra Erdoğan’ın kendisi için “darbecidir, zalimdir, demokrat değildir” dediği, onunla aynı karede yer almayı “kendini inkar etmek” addettiği Sisi ile samimi bir pozda kadraja girmesi…Cemal Kaşıkçı suikastı, İstanbul Sözleşmesi, Hoca Hazretleri’nden FETÖ’ye geçiş…Ve daha niceleri.
Anlaşılan araya zaman girince—bazen kısa, bazen uzunca—“dün dündür, bugün bugün” düsturuyla gerekçelendirilemeyecek tezatlık yok siyasette. Ama araya zaman girmeyen, eşzamanlı tezatlıkları ne yapmalı? Bahçeli’nin allem edip kallem edip Alaattin Çakıcı’yı hapisten çıkarttığı dönemde, MHP’nin desteğiyle İçişleri Bakanı olmuş Soylu’nun idaresindeki Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Başkanlığı’nın (KOM) resmi listesinde bir numaralı suç örgütü bizzat Çakıcı’nınkiydi. Cumhur İttifakı’nın yüksek perdeden Filistin hamas/eti yaptığı, yandaşların Starbucks’ı, Coca-Cola’yı prostesto ettiği şu günlerde AKP’li siyasetçiler ve onların oğulları İsrail’le ticarete tam gaz devam etmekte, aralarında mühimmat, askerler için termal içlik de yer alan envai çeşit malın sevkiyatı harıl harıl sürmekte. Bu kadar zıt tutumları bünyesinde barındıran bir siyasetin, nasıl toplumda rıza üretebildiğine, “otoriter”liği günbegün artsa da “rekabetçi” nitelegini tam kaybetmemiş bir sistemde iktidarını muhafaza edebildiğine hayret etmeliyiz—naiflikle itham edilme pahasına da olsa. Zira bilgiç bilgiç kanıksamaktansa yadırgamak daha sağlıklı.
Kör parmağım gözüne çelişkilerinin muktedirleri çok daha fazla yıpratmamasının başlıca nedenlerinden biri kitle iletişim araçları üzerindeki hakimiyetleri olsa gerek. Artık solda bile eskisi kadar itibar görmese de “yanlış bilinçlenme” meselesini küçümsememek lazım. Nitekim iktidar hiç küçümsemiyor. Erdoğan’ın kalfalık dönemi havuz medyasının kurulmasıyla başladı. Ustalık dönemi de İletişim Başkanlığı’yla. Toplumun hatırı sayılır bir kesimi yukarıda bahsolunan 180 derece dönüşleri yandaş medya ve kalemşörlerin istediği kadar ve istediği şekliyle takip ediyor. Bu bakımdan sosyal medya bir çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de iktidarı bir süreliğine gafil avladı, gazete ve televizyon kanallarına yapılan yatırımları boşa çıkarır gibi oldu. Ama geçici bir sersemlikten sonra iktidar bu mecrada da gereken tedbirleri almaya başladı. Gerektiğinde 6 Şubat depremi sonrası olduğu gibi Twitter/X, Tik-Tok gibi platformlara bant daraltma yaptırımı uygulayarak, gerektiğinde dezenformasyon yasası çıkartarak, gerektiğinde de kadrolu troll orduları marifetiyle bizzat dezenformasyon yaratarak sosyal medya cephesini de tahkim etti. Hakimiyet mutlak değil, tabii ki. Örneğin, iktidarın İsrail’le ticaret konusundaki riyakârlığı Metin Cihan’ın sosyal medya paylaşımları sayesinde TBMM gündemine kadar taşındı. Kalp kriziyle neticelenen meclis konuşmasında Hasan Bitmez’in dikkat çektiği hususlardan biri de kurtla yiyip çobanla ağlayan ihracatçılar, Zengin’lerdi.
Medya üzerindekine benzer bir mücadele de eğitim alanında veriliyor. Dindar ve kindar bir nesil yaratmak için MEB, YÖK, vakıflar, cemaatlar, tarikatlar seferber edilmiş durumda. Ama bu cephede de boşluklar, çatlaklar yok değil. Örneğin, verilen onca çabaya, aktarılan onca kaynağa rağmen Deizm gençler arasında revaçta. “Kalan sağlar bizimdir” edebiyatı yapılsa da beyin göçünden iktidar da tedirgin.
İktidarın iletişim ve eğitim (“devletin ideolojik aygıtları” demişti Althusser) üzerinden verilen hegemoni mücadelesinin önemli bir saiki de toplumsal kutuplaşma üzerinden kendi tutarsızlıklarını örtbas etmek. Zira muhalefet ne kadar ötekileştirilip öcüleştirilirse iktidar cenahının çelişkileri taban nazarında daha kolay mazur görülebilir bir hal alıyor. İşin ucunda rutin bir iktidar değişikliğinden ziyade bir ölüm-kalım meselesi olduğu algısı köpürtüldükçe en bariz yalanlar, U-dönüşleri bile sineye çekilebiliyor. Gazze’deki mahşerî zulme rağmen İsrail’le ticari ilişkilerin sekteye uğramadığı gerçeği inkar edilmez derecede ortalığa saçılınca ünlü bir yandaştan gelen şu savunma kutuplaştırmanın söz konusu işlevini çok güzel örneklendiriyordu: “İsrail’le ticareti kesiyorum dediğin anda ekonomin batacak, iktidar baskılara dayanamayıp seçime gider, böyle bir sefalette CHP iktidara gelir”. İktidarın kendi içinde bir amaç olduğunun, bu uğurda araçsallaştırılamayacak hiçbir değerin olmadığının vurucu bir ikrarı aslında.
Kuşkusuz, tutarsızlık iktidara mahsus değil. Ne var ki bazı yerel yönetimler hariç yetki ve sorumluluk külliyen kendisinde olduğu için tutarsızlıklar bakımından iktidarın haliyle çok daha geniş bir zemini var. Ama muhalefet kanadı da ziyadesiyle yaman çelişkilerden muzdarip. Sadece 2023 seçimleri öncesi ve sonrası muhalefet blokunun yaşadığı savrulmaları anımsamak yeterli. Ve muhalefetin çelişkileri iktidarınkileri perdelemeye ya da onları daha yenilir yutulur kılmaya da hizmet ediyor.
Topyekün tutarlı bir siyaset ontolojik ve epistemolojik bir imkânsızlık. Ne kadar erdemli, prensipli geçinirse geçinsin her siyasi hareket tavizler vermek, tükürdüğünü yalamak, icraatıyla zıt demeçler vermek, ayıya dayı demek, kendine düşman olsa da düşmanının düşmanına dost muamelesi yapmak, takiye’ye başvurmak, vb. durumunda kalabilir. Kalabilir değil, kalır. Pragmatizmler birikir opportünizm olur. Ama bunun bir sınırı yok mu?
“Hakikat sonrası” (post-truth) pek benimseyemediğim bir kavram; zira geçmişte hakikatin geçer akçe olduğu, daha şeffaf, daha masum bir dönemi varsayıyor. Son zamanlarda Demirel’li, Erbakan’lı, Yılmaz’lı, Ecevit’li yıllara duyulana benzer bir nostaljiyi ima ediyor. Halbuki, Türkiye özelinden devam edersek, o dönem (kabaca 2000’ler öncesi diyelim) ile sonrası arasındaki temel fark hakikate sadakatten ziyade güç dağılımıyla alakalıydı. AKP öncesi Türkiye’de de kaypaklık, riyakârlık en az bugünkü kadar yaygındı ama bunların fatura edilebileceği daha fazla sayıda siyasi aktör, daha parçalı bir yapı vardı. AKP iktidarını pekiştirdikçe onun hanesine yazılan çelişkiler de arttı ve bu artış —daha doğrusu, yoğunlaşma— ortada nicel bir dağılım değişikliğinden ziyade nitel bir sıçrama olduğu yanılsamasını yarattı.
Ama yine de teslim etmek gerekir: Cumhur İttifakı o kadar fütursuzca sözünden dönebiliyor, sözü özünü tutmazken o kadar pişkince mağrur ve yeri geldiğinde mağdur davranabiliyor ki insan bazen tutarsızlık skalasında yeni bir merhaleye şahit olduğu hissine kapılabiliyor. Mide bulandırıcı olmasa alkışlanası bir performans.