Eski Sevgili-ler
Derviş Aydın Akkoç

Yıllar evvel, yine bir tarihi seçim öncesinde, Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı’nda ahaliye seslenirken, “ikna” denen belirsizliğe zar atıp potansiyel seçmen çemberini genişletmeye çalışıyordu Selahattin Demirtaş; yalnızca “eşi, dostu, arkadaşı” değil, “ayrıldığınız sevgiliniz, kim varsa,” herkesi ikna etmeli, “mesaj yollamalısınız” diyordu. Eş dost sözüne değil ama mesaj yollanması istenen “ayrıldığınız sevgili” lafına istinaden ahalide önce bir kıkırdama, akabinde bir tereddüt ve nihayet anlık ve yoğun bir sessizlik… Öyle ya ancak bir rüya, bilemedin bir doğum günü vesilesiyle antika bir şarkı ya da manidar bir şiirle huzuruna çıkılan; o da kırk dereden su getirerek, türlü yutkunmaları göze alarak seslenilen bir alıcı söz konusu… Sıkıntılı bir kategori ilk kez siyasal bir söylemin parçası oluyordur; sıkıntılıdır zira eş dostla kısmen daha rahat konuşulabilecekken diğerine ancak mesaj yollanabiliyordur; demek o iyi niyetli ikna teşebbüsünün düşük yapması, muhtelif cümlelerin daha başlamadan kendi üzerlerine yıkılarak unufak olmaları olası… Nitekim o anlık sessizliğin bunaltıcı bir bulut gibi siyaset sahasına çökmesi de bu ihtimalin teyididir: Antiklerden beri siyasetin esas düşmanıdır sessizlik; dağıtılması, hiç değilse yönetilmesi gerekir, derhal vaziyeti fark ederek, hafif bir tebessümle eklemişti Selahattin Demirtaş: “belli ki yürek acısı epey fazla.”

***

Dilde tamirat tadilat, siyaseten doğruculuk gibi gelgeç hevesler bir yana, hakikaten zarif bir adam Demirtaş, demokratik duyuşun söz varlığında yeri olmayan bir kategoriyi gündeme getirdiği için değil yalnızca, söz konusu kategoriyi şöyle bir bükmeye yeltendiği için de: “eski sevgili” terkibinde kımıldayan şiddet “ayrıldığınız sevgili” tabirinde kısmen de olsa çözülür, az biraz yumuşar, terk eden yahut terk edilen gibi ayrımlar, bilhassa “eski” sıfatında yankılanan dilsel sivrilikler bir süreliğine geçersizleşir; siyasal “ikna” –yollanır ya da yollanmaz seçim mesajı- da ancak bu hattan yol alabilir zaten. Ne var ki, tüm seçimler geçer, sandıklar açılır, kapanır; sessizlik ve yürek acısı arasındaki bağlantılar, tüm kişisel kayıtlarsa kalır: hayatın oralarında buralarında, kâh suskun bir gevezelik kâh gürültülü bir dilsizlik olarak “eski sevgili” imgesi hafıza ve hakikat arasındaki sularda dalgalanmaya devam eder...

***

Herkesin bir diğerinin eski sevgilisi olduğu bir dünya bu. Uluorta seslenilemeyen, türlü şekillerde ve yerlerde kendini duyuran, merak edilen; etrafı yasanın ve yasağın halesiyle çevrelenmiş bu eski sevgili kimdir, nasıl bir varlıktır, neyi temsil eder? Özneye güya uzak ve fiziksel açıdan dışsal bu kişinin yeri neresidir, bilinçdışının mahzenleri mi? Elias Canetti, insanın içinde, her an saldırmaya hazır bir kitle olduğundan söz ediyordu, ona göre “insanlık” kavramı henüz icat edilip sulandırılmadan önce bile bu içsel kitle mevcuttur, ve insan “açlık ve sevgi için” verdiği kavganın yanı sıra, “içindeki kitleyi öldürmek” için de bir savaş veriyordur:

“Hepimizin içinde çok derinde bir yerlerde, annelerin bile çok daha derininde, kana susamış, vahşi, özsuyu dolup taşan ve kızgın bir hayvan olarak fokur fokur kaynayan bir kitle vardır… Bu kitle, bazen gürleyen bir fırtına, içindeki her bir damla yaşayan ve aynı şeyi isteyen, çağlamakta olan yegâne okyanus olarak üstümüze geliyor. Ama kısa sürede dağılıyor; sonra biz yine biz oluyoruz, acınası ve yalnız zavallılar.”1

Sayıları zamanla artış gösteren, iç içe geçen ya da yan yana biriken, modern bir küme olarak “eski sevgili” imgesi de bu içsel kitleye dahildir bir bakıma; bu minyatür kitle yerine göre mütecaviz yerine göre ılık süt gibi asude bir kitledir: olur olmaz yerlerde kendini hatırlatan, bazen baskın düzenler gibi hafızaya yığılan; bağlamı, mekânı ve zemini askıya alan –kızgın bir hayvanı andıran- bir figür olarak eski sevgili… Başka bir bağlanma süreci (“yeni bir aşk”) söz konusuysa hele yaydığı huzursuzluk onu dönüp dolaşıp daima bir asayiş meselesine düğümler. Evlilik müessesinin dahi katı ve geçirimsiz duvarlarından içeri sızan odur: kurala oturmuş bir yeni sevgi ilişkisini sarsabilecek potansiyele sahip hakiki bir istisna. Dili köşeye sıkıştıran bir talebi, ayrı olunmasına rağmen teni rahatsız eden bir yakınlığı, tini meşgul eden bir tavrı, hâsılı görülmemiş bir hesabı vardır sanki bu kitlenin. İnsandaki erotik çatışmanın mihenk taşıdır eski sevgili: ve tam da bu nedenle siyasi bir kategori olduğu kadar hukuki bir kategoridir de. Geçmiş ve şimdi arasında gidip gelen bir görüntü, şimdiyi –yeni olanı- kaşındıran bir hayalet, parçalanarak da olsa geleceğe sızan tekinsiz bir varlık: demokratik tahayyüldeki konumu siyaseten sağlama alınmaya çalışılsa da eski sevgili hukuki bir gerilim olarak demokratik etiğin ve estetiğin çeperlerinden taşar. Tıpkı sıfırdan bir başlangıç söz konusu olmadığı gibi sorunsuz, hasarsız bir ayrılık da yoktur: Karşılıklı hasarın hafızası, canlı tanığı, bir olay kayıt cihazı olarak eski sevgili-ler.2 

***

Elbette “eski” sıfatı yayılmacı bir eğilimle, inatçı bir küstahlıkla bir hakikati perdeler: sevgi. Bir vakitler yeni ama sonradan eskimiş kişi sevilmiştir; şimdi nefret ediliyor, hüzün duyuluyor ya da hiçbir şey hissedilmiyor olması bu gerçeğe halel getirmez. Nefret sevileni uzaklaştırabilir, yargılayabilir, daha da önemlisi durumu meşrulaştırabilir, ve evet Dostoyevski’nin Prens Mişkin’i bir zamanlar vurulduğu Nastasya’ya “dikkat edin beni biraz daha öfkelendirirseniz size yeniden âşık olabilirim,” diyordu; gelgelelim meseleyi yokuşa süren şey belli bir yoğunluktan sonra karşıtına dönüşen, aşkı yeniden harlayan nefrette değil, esasta ve başta geçerli olan sevgidedir. Pazar ekonomisiyle şekillenmiş, sınıflara bölünmüş, meta cezbinin, para ve mülkiyet kamaşmasının, kültürel nüansların baş tacı edildiği bir toplumda sevginin tüm bunlardan muaf olduğunu kim iddia edebilir? Sevgideki şiddet, kıskançlık, saldırganlık ve hiddet hâlâ çözülememiş bir muammadır. Eski sevgili bu muammanın da doğrudan muhatabı ve taşıyıcısıdır. Arzu ve fantezi ikilisinin flörtü daima sevgi ve gerçeklik ikilisinin duvarlarına çarpar: fiyasko ve hüsran arzunun değil, sevginin hanesine yazılır; sevgiyi soruşturmaya açar, zan altında bırakır. Eski sevgiliyle tecrübe edilen sevgide geçmişe ilişkin nostaljik anların, tatlı vakitlerin, sevimli pişmanlıkların yanı sıra, türlü taşkınlıkların, sapmaların, ihmallerin, çılgınlıkların da payı vardır; çoğun hesaplaşılmadan geçilmeye çalışılan, unutuşa (ölüme) terk edilen bir paydır bu… Bununla birlikte, eski ve yeni arasındaki diyalektiği bulandıran başlıca problemlerden biri –sanki tıkır tıkır işleyen bir zamansal sıralanış varmış gibi- sonra gelenin heybesine düşecek olan pozitif kazanımlardır: sözgelimi F. Scott Fitzgerald gönül rahatlığıyla “yeni aşk sözcüklerinin, yeni öğrenilen inceliklerin öbür sevgiliye saklandığını” yazıyordu. Romantik ve sahtekârca bir duyuştur bu; bir önceki sevgi ilişkisinde vuku bulan kabalıkların, nobranlıkların, krizlerin hasıraltı edildiği bir eda, hatta tersten bir itiraf: beceriksizliğin, bencilliğin, eksik ve kusurlu sevginin, korkaklığın itirafı… Güya geride bırakılan, kapandığı öne sürülen bir dönemden suçsuz ve tam donanımlı bir haklılıkla çıkmak, üstüne üstlük “yeni inceliklerle” bezenmek elbette modern öznenin –bu arada reel siyasetin ve hukuk hamlelerinin de- alametifarikasıdır. Modernlerin bu ikiyüzlülüğüne mukabil hayır diyecektir Marquis de Sade: tüm o yeni inceliklerde bir önceki kabalıkların çok daha yetkinleşmiş halleri de yaşayacaktır, hatta belki en fazla onlar yaşayacaktır. Marquis de Sade aşkın suçları olarak formülleştirecektir bu itirazı: Yeni sevgili inceliklere değil, birikmiş ve sonuca bağlanmamış suçlara, yalnızca iyilik ve güzelliklere değil, kötülük ve çirkinliklere de maruz kalacak, hatta bazen geçmişte alınmış kimi darbelerin faturası ona da kesilecektir. Bu durumda erotik gerilimin bakiyesi zarafet değil, olsa olsa kepazeliktir. “Yeni” bir sevgi boy atacaksa tam da bu negatif çarpanların etkisiyle, bu etkileri inkâr ederek değil, onları dönüştürerek olacaktır; bu sarsıntılı sürecin merkezindeyse –gerçekleşir ya da gerçekleşmez- belli bir hakikat istenci yer alır, elde kalan tek erdem hâlâ dürüstlüktür.3

***

Adorno eski ve yeni arasındaki çatışmada sırf aşikâr olmasından ötürü dışsal bir kaynağın ihmal edildiğini yazıyordu: “daha önce başka birine bağlanmış olma durumu.” Kolay hazmedilebilir bir durum değildir bu. Nitekim tüm müsamaha ve hoşgörü seansları -dolaylı ya da doğrudan- net bir kopuşu talep eder, bu talebin gerisinde öznelerin biriciklik arzusunun kımıldadığı vakıa: sevilenin teninde ve tininde bir süre ikamet etmiş o yabancının kesinlikle defedilmesi gerekir. Sonra gelen bu bağların kesilmiş olmasından emin olmalıdır, fakat kurt misali bir şüphe orada hep işliyordur. Adorno’ya bakılırsa bu bağlanma durumu sonra geleni değil yalnızca, önceki kişiyi de sorunsallaştıran bir bağlanmadır:  

“Sevilen kişi bazı içsel çatışkı ve ketlenmeler yüzünden değil, fazla soğuk olduğu ya da sıcak duygularını bastırdığı için değil, daha önceden başka bir bağlantısı olduğu için, üçüncü bir kişiye yer bırakmayan bir ilişkisi olduğu için reddediyordur bizi.”4

Bu durumda dışlayıcı nitelikte olan Adorno’ya göre, önce olandan başkası değildir, çekildiğinde bile geçmişte sevilen kişinin bağlandığı kişi olarak varlığını sürdürmeye, örtülü ya da apaçık bir rekabetin ve çekişmenin hayali nesnesi olmaya devam edecektir. Eski ve yeni sevgili arasındaki çatışmanın bir ucu önünde sonunda ruhsal coğrafyadaki bir alan sorununa çıkar. Biri diğerini tasfiye etmeli, oluşacak boşluğa, toprağa yerleşmeli, etrafını da çitle çevirip güvenliği tesis etmelidir: tıka basa dolu bir boşluktur ama bu. Şeytan çıkarırcasına eskinin kovulması, etkilerinin sıfırlanması, Canetti’nin mecazlarıyla söylemek gerekirse öldürülmesi, gömülmesi gerekir. Gelgelelim geçmişin eski sevgililer mezarlığında mutlak manada bir gömülme söz konusu değildir.

***

Bütün bu gelgitlerin, duygusal savrulmaların, kaotik çalkalanmaların ve sarsıntıların temelinde sevginin mülkle olan ilişkisi yatar; Adorno’ya göre, mülke dönüştürülemeyen tek şey sevgidir: “tam bir mülk haline getirildikten sonra sevilen kişinin artık yüzüne bakılmaz.” Eski sevgili sonra gelen kişinin “mülkiyet hakkı”nı çiğneyen bir tehdittir. Kişilerin birbirlerini mülkü olarak gördüğü bir bağlanma tarzı daha baştan sorunludur tabii, sevginin burjuva toplumundaki türlü dalavere ve ayak oyunlarına, hiyerarşik yapılara tabi oluşuna uygundur ama bu durum. Sevgi talebi ve ihtiyacı güvenlik talebiyle el altından yer değiştirir. Adorno açısından sahici aşk “kişilik putunu yıkmalı,” sevilen kişinin sadece çizgilerine ve özelliklerine bağlanmalıdır. Aksi takdirde türlü kılıflarla icra edilen kopuş taleplerinin, mülk saplantılarının, önce ve sonra arasındaki gerilim ve çatışmaların ucu bir başka ve daha çetrefil bir yola çıkacaktır, hatta çoğun çıkıyordur; sevimli âşıklar arasındaki oyunu çekip çeviren libidinal enerjinin bir benzeri kolektif bir düzlemde “dışlama hakkı” olarak tecessüm ediyordur:

“Küçük erkek çocuğun kendinden küçük kardeşine yüz vermemesi ve yatılı okul öğrencisinin ‘efemine’ arkadaşını horlamasıyla başlayıp Ari ırktan olmayan insanları Sosyal Demokrat Avusturya’nın dışında bırakan göç yasalarına ve Faşist yönetimlerin de ırksal azınlıkları her türlü sıcaklık ve korunma duygularıyla birlikte imha etmelerine kadar uzanan bir yol.”5

Adorno’ya göre, sevgi ve şefkat gibi en yumuşak şeyler bir kez zıvanadan çıkmaya görsün, bu pamuklara sarılan duygular “akıl almaz hunharlıklara” gebedir. Her şeyi yerli yerine oturtacak nesnel bir ahlak ölçütüyse yoktur, eleştiri ahlaki kıstasları değil, evvela tek tek eski sevgililerin zamansal diziliş fikrini, çizgisel bir seyir izlediği düşünülen peş peşe gelişleri tezgâha almalı, bu fikirle hesaplaşmalıdır. Mülkleşmeye direnen bir sevgi, sıcaklık ve korunma limanına değil, özerkliğin kurulduğu bir zemine demir atmalıdır: çizgilere yönelmiş, ötekine seslenen bir sevginin garantisi deneyimin bir kez daha yinelenemeyecek olması, eşsizliğidir…

***

Edip Cansever’in 1977’de yayımlanan, çoğunluğu çelimsiz şiirlerden oluşan Sevda ve Sevgi adlı kitabındaki en rafine, derli toplu parçalardan biri, “Her Sevda” şiiri de bu netameli probleminin etrafında döner, şiirin tamamı:

“Her sevda başlangıçtır bir yenisine

Öteki başkaldırır daha bitmeden biri

Biz isteyelim istemeyelim sürüp gider böylece.

 

Baksak ki unutmuşuz günün birinde her şeyi

Ne o sevdalar, ne ölümsüz sözler kalmış

Toplasak toplasak hepsini işte

Onca sevda bir sevdayı yaratmış

Döner durur başımızın üstünde

Gözlerden ağızlardan saçlardan

Ellerden omuzlardan yapılmış bir hâle.

 

Ve çınlar her biri bir silahın yankısı gibi

Bir yaşam boyu biz tetiği çektikçe.” 

“Onca sevda bir sevdayı yaratmış”: bir ferahlama, bir bitiş ya da kapanış duygusu gibi yankılansa da hayli hararetli bir dizedir aslında bu. Gerçekten yaratılabilmiş midir? Evet, o dağınık, amorf içsel kitlenin toplamı neyse ki artık “bir” ediyordur. İşin garibi bu şiir kitabın da son şiiridir: önceki sarsak şiirler (eski sevdalar) toplanıp kaynaşıp “bir” şiir etmiştir. Ne var ki, gerek bu son şiir gerekse bahsini açtığı son sevdadaki “bir” de sallantıdadır; daha önceki gözlerden, ağızlardan, saçlardan, ellerden ve omuzlardan mürekkep bir çokluğun da hakkı vardır o “bir”de: “bir silah yankısı gibi” bazen şiddetli de olan çınlamalar, tahripkâr anımsama süreçleri kaçınılmazdır, “baksak ki unutmuşuz günün birinde” çıkışıysa ancak bir temennidir. Çokluk da buradadır, şimdidedir; yaşam boyu da sürecektir. Zamansal sıralanış iptal edilmiştir, peşe peşe dizilen değil, birbirine karışan, dolanan sevda halkaları –haleleri- söz konusudur. Tüm eski sevdalar öznenin kafasında dönüp duruyor, şiirse başta söylediği dizeye sadakat için kıvranıyordur: “her sevda başlangıçtır bir yenisine.” Fakat geçmişin bir toplamı olarak, şu andaki “bir” de bu “her sevdaya” dahildir ve üstelik o da daha şimdiden bir başka olana, yeni olana gözünü dikmiş gibidir, erotik hareketin donması şiirsel hareketin de çökmesi anlamına gelir. Kesin bir başlangıç yoktur, yeni olan başlamadan eskimiş, her başlangıç kendi sonuna çivilenmiş gibidir, bu trajik düğümü çözecek tek şeyse tetiğin çekilmesidir: unutuşun çan sesleri değil, anımsayışın melankolik çınlamaları.

***

Bölük pörçük hatırlanan, çoğu silinmek üzere olan, üst üste binen yüzler olarak, ve bazen ancak kaybedildiğinde kavuşulan sevgililer: Baudelaire’den itibaren son bakışta cereyan eden aşk ataklarının hususi bir kıymeti var. Eski sevgili ne bir kurban ne de bir cellattır, yüzü artık seçilemeyen kişidir. Ve her insanın içinde, etinin kuytularında (“annelerin bile ötesinde”), yüzü fark edilemeyen, ama bakışları cam gibi berrak biri vardır, işte odur esas sevgili, eski ve yeni sıfatlarının kısıtlarından kurtulmuş yegâne varlık. Son bakışın şiddetiyle kopulan, ayrı düşülen dargın sevgili… Nafile de olsa kaybettiği yüzü bir başkasında arayacaktır yaralı âşık, zevki de vardır bu arayışın, “sımsıcak ama paramparça” bir zevk. Kentlerin kıvrımlarında, akşamüstleri inerken; dönülemeyen ev, kaçırılmış bir fırsattır son bakışı miras bırakan sevgili. Elbette hâlâ bir imkân, mahcup bir umuttur titreşir bu tahayyülde, fakat yine Baudelaire’di bu imkân ve umuttan da vazgeçip kendi soğuğuna –belki de sıcaklıktır kim bilir– çekilen: “boşuna gezer elin yorgun gövdemde / kalbimi arama hiç / hayvanlar bitirdiler.”


[1] Elias Canetti, Hayvanlar Üzerine, çev: Levent Konca, İstanbul: Sel Yayınları, 2014, s. 20-21.

[2] Bu garip kitleye haricen ele alınması gereken boşanmış kişiler, “dul” kategorisi de dahil edilebilir ama bu yazının dışında bir kategori bu. Boşanma davalarındaki uzun zamanlar, kapanmayan celseler, “anlaşmazlıklar”, söz konusu hasarın pozitif hukuk zeminindeki apaçık tezahürleri. Tabii “anlaşmalı boşanma” gibi hızlı ve daha cazip usuller de mevcut, fakat bunun da cılkını çıkaranlar var, ara ara basına düşüyor: Fazıl Say ya da yakınlarda Mehmet Aslantuğ gibi kamuya mal olmuş kişilikler, sanki Şirinler Köyü’nde yaşıyorlarmış gibi az sonra boşanacakları yasal eşleriyle el ele tutuşarak adliyeye (hukuk tapınağına) girip akabinde mutlu ayrılık iletileri yazıyor, yine ve burada da bir örnek teşkil ediyorlardır. İmrenmemek mümkün değil, muasırın ötesine sıçramak böyle bir şey galiba, Turgut Uyar’ındı şu şakacı dizeler: “Birtakım adamlar ki elleri ceplerinde ve artık gözleri patlamış / uygarlıktan.”  

[3] Tamam, kepazelik belki biraz aşırı, “kırgınlık”, “incinme”, “küskünlük” falan diyelim, hassas duygularımızla fazla yüz göz olmayalım. Murathan Mungan’ın yazdığı, Yeni Türkü’nün söylediği “yâredir sinede eski sevgili / eski sevgili eski günler,” gibi tatlı bir şarkı da var üstelik: hep güzelliklerle, hoşluklarla analım “eski günleri”. Keşke. 

[4] Adorno, Minima Moralia, çev: Orhan Koçak / Ahmet Doğukan, İstanbul: Metis Yayınları, 2012, s. 83.

[5] Adorno, a.g.e., s. 84. İç karartıcı fikirlerdir bunlar, insan kendi sevgi ediminin faşizmin refleksleriyle benzerlik sergilediğini kabule yanaşmak istemez. Siyasal düşünüşün ve eleştirinin konusu genellikle nefret, dışlama, ayrımcılık, haset, öfke gibi negatif duygu ve duyumsamalardır, oysa kurucu ve pozitif addedilen –sevgi, ilgi, hoşgörü vs.– duygular da karşıtları kadar belirleyici bir öneme sahiptir. Öte yandan, burjuva toplumu ve ilişkileri henüz eski sevgili imgesini –sorununu– çözememiş, sevginin mülkiyetle olan derin ve tarihsel bağlantılarını kesememişken kimi mahfillerde arzunun özgürleştiriciliği, akış ve oluşlar gibi fetiş haline getirilmiş kavramlar yahut çok-aşklılık gibi durumların yegâne çözümler olarak sunulması ilginç.