“Batılılaşma”… 18. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak dünyanın yakasını bırakmayan “zorunluk”… Ve şimdi 21. yüzyıldayız. Bu süre içinde dünyada çok şey oldu; ama bu olup bitenlerin hepsi, bir şekilde, “Batılılaşma” dediğimiz olayla bağlantılıydı.
Bunun insanlara zor geldiğini çok kere yazdık, söyledik. Zor gelir çünkü bu insanların oldukları şeyden hoşnut olmadıkları ve başka bir şey olmaya çalıştıkları anlamına gelir. Olmadığı şeyi olmak da kolay değildir, keyifli bir uğraş hiç değildir. Hayal kırıklıklarıyla dolu bir varoluş vaad eder, çünkü her durumda “Olmadı, yapamadın” diyecek biri ve ona bunu söyletecek bir durum (bir “performans” yanlışı) vardır. Üstelik erişmek istediğin hedef de sabit bir şey değildir, o da hareket halindedir: sen onun gibi olmaya çalışırken o da habire değişir. Onun değişmesine “doğal evrim” derler. Gene onun son girdiği kılığı kendine model olarak benimsemen gerekir.
Gelgelelim, evet, 18. yüzyıldan beri dünya bu çarkın içinde; bu işi daha az veya daha çok benimseyen toplumlar var. Onun için daha az veya daha çok başarılı olanlar var. Hem, herkesin işe başladığı nokta da farklı.
Ben bu süreci hem de en erken aşamalarından beri yaşayan bir toplumun yurttaşı olarak yaşadığım için benimkine yakın, “kızarak batılılaşan” diyeceğim kategoride olanları daha fazla merakla izliyorum. Kim bunlar? Birincisi, hemen yakın komşumuz, Rusya. Biri İran. Biri de Japonya. Bunlardan Rusya ve Japonya, dediğim gibi kızarak da yapsalar bu işi, bize oranla daha ileri derecede Batılılaşmış toplumlar… Ya da, öyle mi sahiden?
Öyle olmayabilir. Daha doğrusu, Türkiye bu noktada “bölünmüş” bir toplum diyebiliriz: ileri derecede batılılaşmış bir kesim var, ama sanki böyle bir olay yokmuş ve zaten hiç olmamış gibi yaşayan bir kesim de var. Türkiye’nin “özgün” yanının bu olduğunu söyleyebiliriz, sanırım.
Niçin böyle olduğunun bir yığın karmaşık nedeni olsa gerek. Bunların içinde kaybolmadan, tek bir etken üstünden bir açıklama sunmaya çalışayım. Batılılaşma dediğimiz olgunun genel gerekçesi, “Batılı” dediğimiz toplumlar kadar güçlü olmak. Hem Rusya’nın hem de Japonya’nın birincil hedeflerinin bu olduğunu söyleyebiliriz. Şunu eklemek gerekir belki: Bu iki toplumun böyle davranmakla erişecekleri yer ile oraya varmanın yöntemi arasındaki ilişki konusunda bir uyuşmazlık sorunu yok. Ama Osmanlı toplumu ve İran toplumu sözkonusu olduğunda böyle bir sorun var. Bu iki toplumun da sözgelişi Britanya kadar veya Fransa kadar ve aynı şekilde güçlü olmak istedikleri şüphe götürmez. Ama bu “varılası yer”e Müslüman bir toplum olarak varmak istiyorlar. Bildikleri, özendikleri Batı, son kertede belki tek bir kavramın kapsamına indirgenebilir: teknoloji.
Osmanlı ve İran toplumlarından söz ettim ama iş bu noktaya gelince aslında Japonya’nın seçtiği yol da bundan farklı değil. Onlar da Batı’nın teknolojisini alacaklar, el değmemiş bir Japon ideolojisine bunu giydirecekler, gerekli değişim yerine gelecek.
Bu mümkün olmadığı için yürümedi. Toplumsal dönüşümün kendi dinamikleri var; “Şuradan şuraya kadar” diyemiyorsunuz. Japon dinleri de (başta Şinto) hayat tarzını düzenlemekte çok müdahaleci değil. Aslında kendi kendine bir hayli seküler olduğu söylenebilir. Onun için bu yeni tarza aşağıdan gelen tepki çok güçlü olmadı. Öte yandan Japon toplumunun öteden beri “yukarıdan” gelen buyruklara uymaya alışık olması burada batılılaşmanın kolay yerleşmesine imkan verdi. Bu, şüphesiz, oldukça yüzeysel bir batılılaşma. Hatta denebilir ki Osmanlı toplumunun batılılaşmaya karşı direnişi, Japon toplumunun aynı şeye gösterdiği “rıza”dan daha batılı bir davranıştır.
Ama Türkiye’nin gösterdiği direnç de bayağı “göz yaşartıcı”! Tarihin bu aşamasında “Yaşasın Şeriat!” sayhaları karşısında ne yapılması gerektiğini tartışmak durumunda kalıyorsak, bu, az buz direnç değildir. Bu tarihte bir siyasi parti popülaritesini, dolayısıyla alacağı oyu yükseltmek için Ayasofya’yı yeniden camiye çevirmenin etkili bir yöntem olduğunu düşünebiliyorsa bunun nasıl mümkün olduğunu yeniden, ayrıntılarıyla ele almak gerekir.