“Çocukken canım çok sıkılıyordu. Çocukluğu her şeyden önce, çocuk bedeninin sanki işkenceye uğratılırcasına anlaşılmaz bir bekleyiş içinde zamana tutsak olarak aşılması imkansız can sıkıntısı çöllerinden bir geçiş olarak görüyorum…
Bununla birlikte, bir kez -bu bir kez gerçekten birden çok olsa gerek, ancak belleğim bunu sanki bir kez imişçesine kaydetmiş, çünkü bu bir kez bir çok defa tekrarlandıktan sonradır ki bunu en nihayet gerçek anlamı ile anlamış olmalıyım- babam işkence çeken bedenime ve benliğime acıyarak, bana, ‘canın mı sıkılıyor? Bir iç yaşama sahip olmalısın, ancak o zaman hiçbir şekilde sıkılmazsın’, tavsiyesinde bulundu… babamın bu sert ve buyurucu tavsiyesi bende doğrudan doğruya bir şok etkisi yarattı. Aynı zamanda, babamın tavsiyesinde için için titreştiğini hissettiğim benim için duyduğu ilgi benliğimi derinden etkilemişti. İşte, bir çocuktan başka bir şey olmayan bana babamın güvenip verdiği tavsiye bu denli içsel ve kişiye özgü bir şeydi (insanın kendi kendisi için duyduğu o tahammül edilemez ağırlığa rağmen kendisiyle geçinmesi). Babam üzerinde durmasa bile her seferinde benimle ciddi ciddi konuştuğunda güçlü bir özsaygınlık duygusu ve büyük bir teşvik hissediyordum.”[1]
Güzel Bir Sabah filminde (yönetmen Mia Hansen-Love) anlatılan hikayelerden birisi de, ilerleyici bir beyin hastalığından muzdarip babanın (emekli felsefe profesörü) giderek bunamaya başlaması, çocuklarını tanıyamaz hale gelişi, bir bakım evine yerleştirilmesi vb., boyunca ilerler. Onu sık sık ziyaret eden ve her seferinde babası kendini tanımadığı için üzüntüye kapılan kızı bir yerde şunları söyler: “Babamı kendime, kütüphanesinde kitaplarıyla bir aradayken onunla birlikte olduğumdan çok daha yakın hissediyorum. O, bildiğim babam değil artık”. Bunayarak herşeyden iyice uzaklaşan, gerçeklikten kopan, deyim yerindeyse başka bir diyara göç eden babanın bu hali, şimdi olduğu şey, genel babalık konumunun bir metaforu işlevi görsün diye oradadır sanki. Belki de zaten, “tüm babalar uzak ülkelerde yaşıyordur” çünkü.
Klasik Freudyen Ödipal teoriye göre, başlangıçta anne-çocuktan ibaret olan ve bir süre -ve mecburen- bu biçimde devam eden ikili ilişkiye babanın üçüncü konum/işlev/taraf olarak dahil oluşu söz konusudur. Babayı mümkün kılan ve var eden, babayı ete kemiğe büründüren şey bu işlevdir: Anne ile çocuk arasına girmesi, böylece o ilişkide bir mesafe ve alan yaratan simgesel bir dolayım kurmasıdır. Babanın bu müdahalesi ve işlevi ilk yasayı, ensest yasağını inşa eder. Bu sayede, o zamana kadar ihtiyaçlarımızı dile getirmek üzere formüle ettiğimiz taleplerin yegane muhatabı konumundaki tek ve ilk Öteki'den (anne-Öteki'den) ayrılmak mümkün hale gelir, o ayrılığın koşulları ve imkanları belirmeye başlar. Bu ayrılma gerçekleşmek zorundadır çünkü. Hayatımızdaki ilk büyük meydan okuma, öncekileri özetleyen ve temize çeken ilk büyük ayrılık/kayıp, ilk travmatik karşılaşma, ilk ödevdir bu. Ensestiyöz bağın/dolaysız cinselliğin yasaklanması ve sınırlandırılması, kendimizi arzulu bir varlık olarak inşa etmenin, arzulamanın ve cinselliğin fantazisini kurmanın çerçevesini/patikasını oluşturur, bunun için yolu açar. Annenin arzusunun kendiyle sınırlı olmadığını, üçüncü bir figüre de yöneldiğini keşfeden/farkeden çocuk için bir kırılma anıdır bu. Demek o üçüncü figür, çocuğun beyhude bir biçimde anneye vermek için çabaladığı şeye, anne için olmak istediği şeye (imgesel fallus) sahip olmalıdır.
Babanın müdahalesi/işlevi şöyle kavranmalı ve formüle edilmeli demek ki: Çocuğun annenin arzusunun biricik nesnesi olduğuna ilişkin inancının yok edilmesi ve annenin de fallus anlamındaki çocuktan yoksun bırakılması. Baba tarafından hem çocuk hem de anneye yasak kılınan şey ikisi arasındaki ensestiyöz ilişki, çocukla anne arasındaki sevgi/aşk ilişkisidir: “Bundan böyle annenle uyuyamazsın!” ve “yavrunla yeniden bir/bütün olamazsın!” Ya da şu: “Yerinizi bilin; sen çocuksun sen de anne”. O halde aynı müdahalenin diğer bir içerimi ve uzantısı da şudur demek ki: Bundan böyle çocuk (kız ya da oğlan) annenin arzu alanını belirlemek ve kontrol etmek için baba ile narsisistik/agresif bir ilişki ve mücadele içine girecektir. Demek çocuk anneyle önceki ikili ilişki içinde elde etmeye çalıştığı ve tekrarladığı şeyi bu sefer babayla mücadele ve rekabet zemininde yeniden yapılandırarak sürdürecek, burada bir faillik/etkin olma imkanı bulmayı umacaktır. Gerçi babayla karşılaşma ve rekabet derhal ve mecburen bir özdeşleşme ilişkisine evrilecektir. Çünkü söz konusu üçüncü failin (baba) sahneye dahil oluşu annenin arzusunu tatmin eden, annenin arzu alanını kat eden/kaplayan şeyin (imgesel fallusun) taşıyıcısı olma konumu/özelliği nedeniyle, daha doğrusu çocuğun bu varsayıma tutunması nedeniyle olduğu ölçüde, babanın kendisi artık yeni özdeşleşme figürüdür. Çocuk, bu nedenle rakip olur babaya, onun yerine geçmek için. Annenin neyse o olarak, hatta daha fenası en baştan bir eksiklikle malül olarak varolması ve babanın bir şeye sahip olma vasfıyla zuhur etmesi ile babalarda daima bir güç/iktidar vehmetmemiz arasındaki zıtlık baştan beri oradadır ve çarpıcıdır.
[1] Pierre Pachet, Babamın Özyaşamöyküsü, Çev. Nuri Samyeli, YKY, Ocak 1998, s. 7-8.