Dilimizin Sınırları ve Kaybolan Vatanlarımız
Cuma Çiçek

“Yazma zevkini keşfedebilmem için yurtdışına çıkmam gerekti…. Kendi dilimi kullanma imkânsızlığı içinde bulunurken, dilimin bir yoğunluğu, bir kıvamı olduğunu, soluduğumuz hava gibi olmadığını, aksine kendi yasaları, kendi kestirme yolları, dehlizleri, çizgileri, yokuşları, yamaçları, girinti çıkıntıları, kısacası bir fizyonomisi olduğunu, bir peyzaj oluşturduğunu ve bu peyzajda kelimelerle cümleler etrafında dolaşılabileceğini, özetle önceden göremediğim bakış açıları olduğunu fark ettim.

Bana yabancı olan bir dili konuşmak zorunda olduğum İsveç’te, o birden dikkatimi çeken fizyonomisiyle kendi dilimin, yabancı ülke veya gurbet dediğimiz yer’siz yerde kalırken mesken tutabileceğim en gizli ama en emin yer olduğunu anladım. Sonuçta tek gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği, sığınabileceği tek ev çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir.”[1]

21 Şubat Dünya Anadil Günü vesilesiyle anadil meselesi üzerine yazmayı düşünürken denk geldiğim bu sözler sosyal bilimler alanında büyük etkiler bırakan 20. yüzyılın en önemli isimlerinden Michael Foucault’ya ait. Aslında bu yazı burada bitebilirdi. Zira Foucault anadil meselesinde söyleyebileceğimiz her şeyi bu birkaç satırda o kadar güçlü dile getirmiş ki…

Bu sözleri okurken anadili Kürtçe olan biri olarak yaşadığım kaybı yeniden düşündüm. Yıllar içinde birikmiş, üstüne çokça kafa yorduğum, çokça yazdığım, yeniden anlamaya çalıştığım onca deneyime rağmen kişisel ve toplumsal olarak yaşadığımız kayba başka bir yerden baktım.

Ne yapmalı? Evsizliği, topraksızlığı, vatansızlığı kabul etme şansımız var mı? Bu sorunun önemini ve cevabını bu kaybı yaşamamış kişilerin anlaması kolay değil. Belki imkânsız… Kaybı yaşayanların en yakınındakiler bile çoğu zaman bu meseleye o kadar kör ki…

Dile sadece bir iletişim aracı gözüyle -ki ne kadar mümkünse ve nasıl olacaksa bu iletişim- bakmak mümkün mü? Yağsız, tuzsuz, baharatsız bir yemek ne kadar yemekse Foucault’nun tabiriyle “kendi kestirme yolları, dehlizleri, çizgileri, yokuşları, yamaçları, girinti ve çıkıntıları” olmayan bir dilin sağladığı iletişim de o kadar iletişim.

Çok-dilli metropollerimiz

İstanbul ve İzmir başta olmak üzere Kürtlerin yoğun bir nüfusa sahip olduğu batı metropollerinde belediye hizmetlerinde Kürtçeye alan açmanın Kürt meselesinin çözümüne ve toplumsal barışa sunacağı katkıya bu sayfalarda daha önce dikkat çektim. İstanbul’da sadece toplu taşımada Kürtçeyi kullanmak Türkiye’de hayatın normalleşmesine büyük bir katkı sunacaktır. Böylesi bir hizmet İstanbul nüfusunun en az %20’ini oluşturan Kürtlerin dilsel haklarını tanımak anlamına gelmiyor tek başına, en az bunun kadar önemli diğer boyutu Kürt meselesinin normalizasyonuna katkı sunacak olması.

Kürt çatışmasının çözümü tek başına Diyarbakır, Mardin, Van, Hakkâri, Şanlıurfa’dan geçmiyor. Aynı zamanda İstanbul, İzmir, Bursa, Ankara, Antalya, Mersin, Adana’dan geçiyor. Bir arada yaşama derdi olanların öncelikle bu metropollerde bir arada yaşamanın çoğulcu, eşitlikçi ve kapsayıcı formlarını bulması, bu konuya kafa yorması gerekiyor.

Tek dilli muhalefet

Bu hattan ilerleyerek dil meselesinde devletten ve hükümetten önce demokratik muhalefetin dönüşümüne dikkat çekmek istiyorum. Kürtler neredeyse tüm siyasi renkleriyle anadillerini koruyacakları ve çocuklarına kaygısız bir şekilde aktarabilecekleri bir kurumsal düzenlemeyi talep ediyor devletten. Bunun somut iki ifade alanı var: anadilde eğitim ve kamu hizmetlerinin Türkçenin yanı sıra Kürtçe de verilmesi. Ama devletten ve hükümetten önce geniş anlamda demokratik muhalefetin dil meselesinde çoğulcu ve özgürlükçü bir hat izlemesi gerekir. Bu konuda devletten ve hükümetten önce muhalefetin dönüşmesi gerekir.

Öncelikle hatırlatmakta fayda var; uzun süre baskı altında kalmış bir dili hâkim dille yasal olarak eşit hale getirseniz bile bu durum baskı altında kalmış dili kurtarmaya yetmiyor. Merak edenler Kanada/Quebec, İspanya/Bask, İspanya/Katalan gibi deneyimlere bakabilir. Yani hâkim dil ve baskı altında kalmış dil arasında yasal olarak denklik kurmak anlamında “simetrik iki-dillilik” ya da çok-dillilik Kürtçeyi kurtarmaya yetmeyecektir. Uluslararası deneyimler anadil temelli iki-dilliliğe ya da çok-dilliliğe ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Daha açık bir ifadeyle herkesin Türkçeyi öğrenmek zorunda olduğu ama eğitim hizmeti başta olmak üzere kamu hizmetlerine çoğunlukla kendi anadilinde eriştiği “asimetrik iki-dillilik” ya da “asimetrik çok-dillilik” baskı altında kalmış dilleri koruyabilir. Bu anlamda dil meselesinde çok geri bir yerde duruyoruz ve anayasal düzlemde özgürlükçü ve çoğulcu bir düzenleme olmadıkça dil meselesini konuşmaya devam edeceğiz.

Kardeşin dili

Türkiye’de çoğulcu ve özgürlükçü bir kimlik politikasını savunan bireysel ya da kolektif aktörlerin dil meselesinde talepkâr bir siyasetten öteye giderek inşacı bir siyasete yönelmesi ve kaybolmayla yüz yüze kalan dilleri güçlendirici bir pozisyon alması iyi bir başlangıç olabilir. Bu konuda ana sorumluluk kuşkusuz bu dil gruplarına; siyaset, sivil toplum, medya ve akademi gibi farklı alanlarda faaliyet yürüten kurumlarına düşüyor. Bununla beraber anadili Türkçe olan muhalif grupların da yapacağı, yapması gereken çok şey var.

Bireysel düzlemde bakarsak; anadili Türkçe olmayanlar dışında geriye kalan herkesin neredeyse tek dilli olduğu bir toplumda devletin ve hükümetin dönüşmesini, çok dilli olmasını beklemek pek rasyonel değil.

Dilsel azınlıkların neredeyse tamamı Türkçeyi biliyor. Anadili Türkçe olanlar bu toprakların dilleri olan Kürtçe, Arapça, Süryanice, Ermenice, Lazca, Çerkezce dillerinden birini öğrenerek bu toplumsal dönüşüme katkı sunabilir. Bu dillerde okur-yazar olmak, dile hâkim olmak çok zor geliyorsa en azından gündelik hayatta kendilerini ifade edebilecekleri düzeyde bu dillerin birini ya da birkaçını öğrenebilirler. 

Çok-dilli sivil toplum

Meclis muhalefetinin tamamı olmasa bile en azından ana muhalefet partisi CHP Türkçe dışındaki dillere alan açabilir. Hem parti çalışmalarında hem de yönettiği belediyelerde Türkiye’nin dilsel zenginliği koruyabilir, bu dillerin görünürlüklerini artırabilir. Sadece metropol şehirlerde belediye hizmetlerinin çok-dilli hale gelmesi, ülkeye gelen turistlerin dilleri kadar yerel dillere kıymet verilmesi Türkiye’nin toplumsal dönüşümüne büyük bir katkı sunacaktır. Yine, örneğin web-sitesini Türkiye’nin Türkçe dışındaki dilleriyle de sunması, temel metinlerini bu dillerde de yayınlaması sembolik olarak büyük bir anlam ifade edecektir.

Ama kanaatimce Türkiye’de dil meselesinde yenilikler sağlamanın, bu konuda toplumsal rıza üretmenin en önemli sahasını geniş anlamda sivil toplum oluşturuyor. Bu alanda sağlanacak ilerlemeler devletin ve hükümetin değişimini de kolaylaştıracaktır. Derneklerden vakıflara, sendikalardan işveren örgütlerine, medyadan akademiye, toplumsal hareketlerden yurttaş girişimlerine, hemşeri derneklerinden spor kulüplerine kadar Türkiye’de on binlerce örgüt var. Bu yapılar içerisinde dilsel alanda sağlanacak çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık Kürt çatışmasını sonlandırmaktan öteye toplumun bir arada yaşama kapasitesini büyütecektir.

Türkiye Barolar Birliği, Türk Tabipleri Birliği (TTB), Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği (TMMOB), Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş), Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), Memur Sendikaları Konfederasyonu (Memur-Sen), Türk Sanayicileri ve İş adamları Derneği (TÜSİAD), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) gibi kurumların çalışmalarında Türkiye’nin diğer dillerine de yer vermesi gerekmez mi? Kürtler başta olmak üzere Türkiye’nin dilsel grupları üyesi oldukları bu kurum ve kuruluşlardan kendi dillerini de kullanmalarını neden talep etmezler? Dil meselesinin tek muhatabı devlet ve hükümet mi?

Yukarıdaki kurumsal yapılara medyayı da eklemek gerekir. Bugün devlet TRT-Kurdî ve TRT Arabi ile 24 saat Kürtçe ve Arapça yayın yaparken, ana-akım TV kanalları neden Türkçe dışındaki dillerimizle yayın yapmaz örneğin? Yayınladıkları onca dizinin bir ikisini Türkçe dışında diğer dillerimizle neden yayınlamaz; haftada bir de olsa bu dillerde haberler sunmaz, tartışma programları yapmaz?

Bu listeyi uzatmak mümkün. Türkiye’nin entelektüellerinin, akademisyenlerinin, kanaat önderlerinin Kürtçe, Arapça, Ermenice, Lazca konuşabildiği, eserler ürettiği bir ortamda toplumsal barışı korumamız daha kolay olacaktır. Türkiye’de farklı siyasi mahallelerden insanların dinlediği popüler müzisyenler Türkçenin yanı sıra diğer dillerde de şarkılar söyledi ve bunlar ana-akım mecralarda milyonlara ulaştığı zaman ortak bir gelecek ufkunu inşa edebileceğiz.    

Yukarıda yazdıklarım bireysel ve kurumsal düzeyde sınırlı da olsa var olan çabaları göz ardı etmiyor kuşkusuz. Bu kara tablo içerisinde Türkiye’nin dilsel zenginliğini koruyamaya çalışan bu girişimler, çabalar çok kıymetli. Ama bu çabaların çok sınırlı kaldığı ve anaakımlaşmadığı ortada.

Türkiye’de bir arada yaşamaya katkı sunmak istiyorsanız; daha çoğulcu, eşitlikçi ve kapsayıcı bir toplumsal hayat arzu ediyorsanız Türkiye’nin dillerinden birini öğrenin. Bu tür bireysel girişimler hiç kuşkunuz olmasın toplumsal dönüşüme büyük bir katkı sunacaktır. Hiçbir şey olmasa bile en azından daha iyi bir komşu, daha iyi bir arkadaş, daha iyi bir meslektaş olursunuz.


[1] Michael Foucault, Güzel Tehlike (Ankara: Metis, 2021), 4. Baskı, Çev: Savaş Kılıç, s. 29.