Milletin Ta Kendisi
Polat S. Alpman

“Biz bitti demeden bu dava bitmez.” Bu söz, Hrant Dink öldürüldükten sonra başlayan dava sürecinde ortaya çıkmıştı. Daha önce ve bu kalıpla kullanılmışsa bile bunu bilmiyorum. Sözün mesajı çok açık. Dink cinayetinin genç bir tetikçiye yıkılıp münferit hale getirilmesi ve suikastın arkasındaki sivil-askeri bürokratların, karar alıcıların izlerinin silinmesi ihtimalinin giderek belirgin hale gelmesiyle birlikte bu cinayetin üstünün kapatılmasına itiraz edenler “sizin bu davayı oldubittiye getirmenizi kabul etmiyoruz” diyebilmenin kolay ve etkili yolu olarak bu sözü seçtiler. Bu söz erdemli olmaya ilişkin bir tutumu da ifade ediyor. Halen her 19 Ocak’ta Dink’in öldürüldüğü ilan edilen bu tutum sadece bir hafıza mücadelesi değil, aynı zamanda kötücüllüğe teslim olmama azmini de içeriyor.

Bu yazıya vesile olan şey, AK Parti’nin TBMM’deki Grup Toplantısı’nda konuşan Erdoğan’ın “bu hareketin kökleri çok derinde ve ufku çok geniş bir hareket olduğunu kavrayamamışlar. Beyler, bayanlar, şunu herkes görsün ve bilsin. Biz bitti demeden hiçbir şey bitmez, bitmeyecektir” demiş olması. “Biz” diye işaret ettiği, muhayyel ya da farazi bir tip değil, bizatihi kendisi olsa gerek ki, buna da hakkı var. Kelimenin gerçek anlamıyla Erdoğan “bitti” demeden hiçbir şeyin sona ermeyeceği bir ülke Türkiye. Yine de bu cümlenin Erdoğan tarafından dile getirilmesine biraz şaşırdığımı ifade etmem gerek. Yerel seçim sonuçlarının “bitti” demeye neden olacak kadar etkili bir sonuç olduğundan bahsetmek mümkün mü?

Erdoğan demokrasinin faziletlerinden bahsederek başladığı konuşmasında seçim sonuçlarının AK Parti’yi -belki bizzat kendisini- zorunlu bir özeleştiriye davet ettiğini söylerken partisini ve kendisini ‘milletin ta kendisi’ olarak tarif etti. Kuşkusuz bu retorik Türkiye için yeni değil. Bilindiği üzere milliyetçilik, ırkçılık, aşırı sağ, sağ popülizm, otoriterleşme ve patrimonyalizm gibi konular altında sıkça tartışılan konulardan biri, karizmatik liderlerin kendilerini milletin kendisi olarak konumlandırmasıdır. Bu, otokrasilerde yaygın olarak görülen bir stratejidir ve karizmatik liderler, kendilerini kahraman ya da kurtarıcı olarak tasvir ederken bir mağduriyet öyküsü de kurgular. Otokrasilerdeki bu yönetim tekniği, bu tür liderlerin milletin iradesini temsil ettiği algısını yaratmak ve bu sayede iktidarlarının siyasal değil, doğal ya da kutsal bir hak olduğunu gösterme stratejisini içerir.

Bunu hatırlatmamın nedeni Erdoğan’ın ifadelerinin içerisinde yer alan birçok vurgunun, özellikle “biz bu milletin ta kendisiyiz” vurgusunun, işaret ettiği zaafla ilgili. “Bizim lügatimizde böbürlenme, millete tepeden bakma, milletle arasına duvarlar örme, mesafe koyma asla ve asla yoktur. Her zaman söylüyorum, biz bu milletin ta kendisiyiz. Biz, siyaseti birilerine imtiyaz sağlamak, makam, mansıp, koltuk ve unvan dağıtmak için de yapmıyoruz. Hangi konumda olursak olalım hepimiz, bu makamlarda milletimize ve Türkiye'ye aşkla hizmet etmek için bulunuyoruz. Bu konuda oluşan zafiyetleri süratle gidermek boynumuzun borcudur” diyen Erdoğan AK Parti’nin bir parti olma niteliğini uzun süre önce yitirdiğini hemen herkesten daha iyi biliyor olsa gerek. Burada “asla ve asla yoktur” dediği şeylerin varolduğunu seçimden sonra ilk kez toplanan AK Parti Merkez Yürütme Kurulu'nda (2 Nisan 2024) kendisi dile getirmişti. Hatta “Güneşi gören buz gibi erimemek, eleştirdikleri partilere benzememek ve daha ağır bedeller ödememek için AK Parti hatalarını görüp kendini toparlamak, milletle gönül köprülerini yeniden güçlendirmek zorunda” olduğuna ilişki sözleri epey tartışıldı.

Dayandığı sınıfsal kesimlerden uzun süre önce kopmuş, kendini epey dar ideolojik bir kampın siyasal temsilciliği ile sınırlandırmış ve giderek kendisinden daha gerideki siyasal hareketlerle dayanışmaya ya da onlarla rekabete mecbur hale gelmiş ve bir devlet seçkinleri oligarşisinin partisi olmaktan kurtulmak gerçekten mümkün müdür, bilemiyorum. Ancak AK Parti ve çevresinde kümelenen devlet, bürokrasi ve sermaye seçkinlerinin böbürlenme, seçmenlerine tepeden bakma, kendilerine benzemeyen gruplarla arasına duvarlar örme ve kendi seçkinliğini avam olarak gördükleri yurttaşlarla araya mesafe koyarak gösterme eğilimi, Türkiye’de iktidar olmanın, iktidarda olmanın neredeyse başlıca tezahürlerinden biridir. Buna arkasına devleti alan sivil toplum görünümündeki örgütlerde görev alan kimi çevreleri ve dini cemaatlerin birçoğunu da ekleyebiliriz.

Erdoğan her ne kadar konuşmasına demokrasinin faziletlerinden bahsederek başlamış olsa da birkaç cümle sonra Bahçeli’nin bir önceki gün (16 Nisan 2024) yaptığı grup konuşmasıyla aynı dalga boyuna yerleşti. Diğer partilere oy veren seçmenlerin ve o partilerdeki siyasetçilerin şımarmamaları gerektiğini, Türkiye’nin yerelden değil, merkezden yönetildiğini ve kendisinin yönettiğini güçlü bir biçimde vurguladı. “Sonuçlara bakarak, bunun bir yerel seçim olduğunu unutup şımaranlar, pervasızlaşanlar, hatta farklı heveslere kapılanlar olduğunu görüyoruz. Adeta bir genel seçim havasına girmek suretiyle sanki ülkeyi yöneteceklerini zanneden zavallılar... Birileri kendilerince, ‘yerel iktidar’ ‘merkezi iktidar’ diye Türkiye'de ikili bir yapı ihdas etmeye çalışıyor. Bu tarz söylemler, ‘demlendikleri’ ittifak ortaklarına diyet borcu ödeme hamleleri değilse, ham bir hayalden ibarettir.[1] 81 ilimizde tek bir iktidar vardır, o da 14-28 Mayıs seçimleriyle milletin ülkeyi yönetme vazifesi verdiği Cumhurbaşkanı ve kabinesidir” diyen Erdoğan, uzun süredir paralize edilmiş olan Türkiye’deki siyasal alanın yerel seçimlerle birlikte yeniden açılmaya başladığını görüyor olmalı.

Siyasal alanı ve ilişkileri daraltmak için uzun uğraşlar veren ve bunun için risk almaktan çekinmeyen bu iktidarın, seçimler yoluyla ilk defa geri itilmiş ve siyasal alanda yeni kımıldanmaları engelleyemiyor olması, muhalefet açısından şımarmak için olmasa bile pervasızlaşmak ve heveslere kapılmak için yeterli değil mi? Kaldı ki yargı, yasama ve yürütme gücünü tek elde toplamış bir idare karşısında seçmenlerin her birinden tek tek oy almaktan başka çaresi kalmamış olanların önemli kazanımlar elde ettiği bir seçimden bahsediyoruz.

Erdoğan’ın şımarıklık ilgili bir uyarısı daha vardı ama bu kez AK Partililere. Erdoğan asıl meselelerden birinin ‘milletin ta kendisi’ olma retoriğindeki katılaşma olduğunu farkında olsa gerek. Bu katılaşma nedeniyle siyasi olarak sıkıştığı seçmen grubu dışında kalan toplumsal kesimlerle konuşamadığı gibi onlara tehditten ve cebirden başka bir şey sunamıyor. Ancak bu kez kendi seçmen grubunun da yüzünü kendisinden çevirmiş olmasıyla baş etmek zorunda ve bu pek de alışık olduğu bir durum değil. “… bu harekette şımarıklık olamaz. Bu harekette milletten, milletin değerlerinden, milletin ahvalinden, milletin gündeminden kopma asla olmaz. Aynı zamanda bu harekette yeise, umutsuzluğa asla yer yoktur. Bu hareket, korkakların omuzlayacağı bir hareket değildir. Muhasebemizi yapar, hatalarla aramıza mesafeyi koyar, 'nerede kalmıştık' der ve kaldığımız yerden yolumuza daha güçlü bir şekilde revan oluruz. Sandıktan çıkan mesajlar ve yaptığımız değerlendirmeler ışığında gerekli adımları atmaya başlıyoruz” derken kendine muhatap aldığı seçmenler şu son seçime kadar onu desteklemeye devam eden ve bu seçimde sandığa gitmeyen ya da ona oy vermeyenlerden başkası değil. Kaldı ki Erdoğan’ın millet derken kimleri kastettiği sır değil. Dolayısıyla “milletin değerlerinden, milletin ahvalinden, milletin gündeminden” bahsederken bu millet kümesinin eleman sayısının pek de gani gönüllüce belirlenmediği söylenebilir. Ancak buradaki asıl mesele Parti’nin siyasal retoriğinin dayandığı sınırlarla ilgili. Erdoğan’ın çevresindeki sermaye sınıfının üyeleri ya da siyasal, sivil ve bürokratik seçkinler bir yandan Erdoğan’dan rol çalarcasına onun sembolik iktidarını kendi kişisel iktidarları için kullanırlarken diğer yandan dayandıkları seçmen kesimleriyle organik bağlarını katılaşmış ham retorikler üzerinden sürdürmenin kolaycılığına alışmış görünüyorlar. Kabul etmek gerekir ki AK Partili seçkinler uzun süredir topluma seçmenlerden oluşan kimlik yığınları olarak bakmanın şımarıklığı içindeler ve kendilerini övmek kendilerine oy vermeyenleri sövmek dışında pek bir maharetleri yok. Bunun trajik olduğunu düşünüyorum. Sorunların ne olduğunu, ne tür kişilerle birlikte olduklarını ve neye dönüştüklerini en iyi onlar biliyor olsa gerek. Peki, bu seçim böyle sonuçlanmasaydı, başta Erdoğan ve AK Parti seçkinleri kendileriyle ilgili bu tür eleştiriler yapacaklar mıydı? Açıkçası hiç sanmıyorum. Tam tersine bir kişi farkla bile kazanmış olsalar kendilerine yönelik milletin ta kendisinin teveccühüne şükran duyguları bildirip ‘biz size aşığız be’ diyerek devam edeceklerdi diye düşünüyorum.

Yaşamakta olduğumuz tecrübe Türkiye’nin siyasal tarihi açısından önemli bir aşamayı içeriyor. Bunu, yerel seçimde CHP’nin kazandığı başarı nedeniyle değil, devletin uzunca bir süredir basın-yayından sağlık hizmetlerine, ordudan eğitime, dini inançlardan kültür-sanat faaliyetlerine kadar bütün alanları ele geçirmesine ve buradaki imkanları seçimleri kazanmak kadar toplumu ideolojik bir fıçıya sıkıştırmak için seferber etmesine rağmen giriştikleri mühendislik faaliyetini başaramamasından dolayı söylüyorum. Erdoğan sorunu tespit etme konusunda haksız değil, gerçekten de AK Partili seçkinler şımarıklık, böbürlenmek, topluma tepeden bakmak gibi alışkanlıklara sahip. Ancak Erdoğan çözümü, vehmettiği bir öze geri dönmek ve AK Partililiği “vareden ilkelere daha sıkı sarılmak” olarak ortaya koyduğunda gerçekten bir çözüm önermiş oluyor mu? Bir öz, bir dava, konuşmasında da bahsettiği mağduriyetlerle dolu bir mazi varsayıp o günlerin heyecanını, motivasyonunu bugün yeniden diriltmeyi arzuluyor olması anlaşılır ama bunun bir çözüm olmadığı da ortada. Bir başka ifadeyle, Erdoğan’ın geldiği ve kendisi tarafından iktidar haline getirilen her alanda gücü eline geçiren İslamcılık hareketi, siyasal alanda büyük ölçüde kendi benzerlerine yenildi. Yukarıda da ifade edildiği üzere hem kendisinden daha gerideki siyasal hareketlerle ittifak kurmak hem de onların bir kısmıyla rekabet etmek zorunda kaldı. Haliyle öze dönmeyi, AK Parti’yi vareden ilkelere sıkıca sarılmayı bir çözüm olarak görüyor olsa da sorunun asıl nedeninin bu olduğu görmek istenmiyor.

Konuşmasının son kısmında İsrail’i telin edip Filistin sorununu kişisel davası olarak yeniden sunmasını da bu çerçevede düşünebiliriz. Öze dönülecekse yeniden mazlum Filistin, tutsak Kudüs, melun İsrail üzerinden İslamcılığın bölgesel meselelerini Türkiye’nin meselesi olarak bükebilir, kısa vadede işe de yarayabilir. Konuşmasının sonunda gösterdiği videoda “one minute” çıkışından başlayarak içinde Filistin, katil ve terörist İsrail, Kudüs ve Gazze gibi kelimelerin geçtiği kolaj, seyirciler tarafından “Kahrolsun İsrail” sloganları eşliğinde izlenirken kendisini Filistin’in yegane hamisi olarak gösterme çabası boşuna değil. Belli ki hem kendisi hem de AK Partili üst düzey karar alıcılar İsrail’le yapılan ticaretin ortaya çıkarılmasının seçim sonuçları üzerinde etkili olduğunu düşünüyor. Hem geldiği siyasal gelenek (Milli Görüş hareketi) hem de “One Minute” çıkışını hatırlatarak “bu davanın” kendisinin davası olduğunu altını çizip ısrarla vurgularken ta kendisi olduğunu söylediği muhayyel millete de öze döndüğünün ilk işaretini vermek istiyor olabilir. Buradaki tek sorun Türkiye’deki seçmenlerin Erdoğan ya da AK Parti ve MHP tarafından sınırları çizilen dar millet tanımından giderek uzaklaşmış olduğunun yadsınmaya devam edilmesi. Şöyle bir örnekle açıklayayım: Türkiye’de gençlerin yaklaşık yüzde 70’i yurt dışında yaşamak istiyor ve yurt dışı derken kastedilen ülkeler batı ülkeleri. Bu gençler arasında AK Parti’ye oy verip yurt dışında yaşamak isteyenlerin oranı da yaklaşık yüzde 50. Yani bu ülkenin gençleri, kendi ülkelerine sığamıyorlar ve bu gençlerin siyasal tutumları radikal farklılıklar içermiyor. [2]

***

Hrant Dink davasının seyrine itiraz etmek için üretilen sloganın beni içten içe inciten tarafı bu sloganın büyük bir çaresizliği de gösteriyor olmasıydı. Biz bitti demiyoruz ama sizin bitirmenize de gücümüz yetmiyor gibi bir tınısı vardı. Erdoğan’ın konuşmasında “biz bitti demeden hiçbir şey bitmez, bitmeyecektir” cümlesini duyduğumda benzer bir zayıflığı orada da sezdim. Oy verenlerin iradesine hürmet eden onlarca söz ettikten sonra birdenbire bu retoriğe geçilmesi, sandıkta oy kullanmaya indirgenmiş ve haliyle pörsümüş bu siyasal pratiğe övgüyü de buharlaştırıyor ve gerçekte yaşanan süreci gözler önüne seriyordu. Bu durum Erdoğan’ın, partisinin ve Cumhur İttifakı’ndaki büyük ortağının önümüzdeki seçimleri kaybedeceği anlamına gelmiyor. Aksine, dört yıl uzun bir süre ve mevcut iktidar bloku seçimleri yeniden kazanmanın akla hayale gelmedik yeni yollarını bulabilecekleri gibi epeydir devam edegeldikleri usullerle de sandıktan birinci çıkabilirler. Ancak bir daha Erdoğan’ın zaferinden söz edilebilir mi, Türkiye’de Erdoğan, daha doğrusu onun lideri olduğu siyasal hareket kazandığı herhangi bir başarıyı zafer olarak hissedebilir mi, bundan emin değilim. Sanırım muhayyel bir milletin ta kendisi olmakla övünmek ve toplumdaki çoğunluğun gerçek ihtiyaçları ve arayışları ile karşılaşmak arasındaki mesafeyi kısa vadede kapatabilecek bir hüner kimsede yok. Belki de bu nedenle “kahrolsun İsrail” sloganları eşliğinde “milletin adamı” olarak hatırlattığı Turgut Özal’a öykünüp tıpkı onun gibi Türkiye’ye çağ atlatmış(!) olmanın haklı gururunu seyircileriyle paylaştı. Böyle konuşulmak, böyle hatırlanmak, böyle anılmak istiyor olabileceği gibi kendini layık gördüğü panteonun limit çizgisini de buradan, Özal’dan, çekiyordu.

Erdoğan kendini milletin ta kendisi kabul ederek bitmek-bitmemek meselesini kendi siyasal iktidarına değil, kişisel iradesine ve kararına bağlamak isteyebilir. Bahçeli’nin bu konudaki tavrı da gayet açık ve net. Dediğim gibi bu bir seçim başarısına da neden olabilir. Sonuç ne olursa olsun, Erdoğan’ın girip de çıkamadığı, manevra yapamadığı ve bu nedenle giderek erimeye yüz tuttuğu yer -kelimenin gerçek anlamıyla- milletin ta kendisi ile kendi muhayyel milleti arasındaki büyük farktır. Her şey yolundayken ve her şeyin bir gün, bir biçimde ve Erdoğan tarafından düzeltilebileceği umudu varken pek de önem arz etmeyen bu fark, bugün bitirmek-bitirmemek hakkının kimin hakkı olduğu meselesi haline dönüşmüş görünüyor. Türkiye’de uğruna mücadele edilen şeyin halen tebaa olmaktan kurtulmak ve en azından yurttaşlık hakları bakımından eşit olmak olduğu düşünüldüğünde Türkiye’de yaşayanların demokrasiyle imtihanları yakın gelecekte de bitecek gibi görünmüyor.


[1] Bu metinde Erdoğan’dan alıntıladığım bazı yerleri T.C. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın web sitesinden aldım (bkz. Cumhurbaşkanı AK Parti Grup Toplantısında Konuştu). Dikkatimi çeken şeylerden biri ‘demlendikleri’ ifadesinin tek tırnak içine alınmasıydı. Bu konuşmada Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin (DEM Parti) adını vermeden bu parti ile CHP arasında bir gizli ittifak yapıldığının ima edilmesi ve Kürtlerin nüfus olarak yoğun olduğu illerde DEM Parti’nin belediyeleri kazandığı belediyelerin halen kayyum tehdidi altında olduğunun söylenmesi hükümetin politikalarının devamlılığı ile ilgili değil, bu iktidar blokunun başka türlü bir siyaset yapma olanağının kalmamasıyla ilgili. Bu da hem Erdoğan’ı hem de mevcut hükümeti ve belki Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) mevcut yönetim pratiğini de giderek Türkiye’deki sosyal, kültürel, siyasal değişimin dışına itiyor. Bir sonuçtan değil, süreçten bahsediyorum. Bu süreç bir seçimle sona ermeyeceği gibi AK Parti’nin siyasal iktidarı kaybetmesiyle de sonlanmayacak, ancak sekter sağcılığın bu biçiminin Türkiye’deki siyasal varlığının gittikçe daha dar bir kesime hitap ettiğini, diğer alternatiflerin de -herkesin Yeniden Refah Partisi’nin (YRP) yükselişinden söz etmesine rağmen- zannedildiğinin aksine, bu sağ içerisinde yer alan ve yine onun içerisinden bir siyasal reaksiyon oluşturan tercihler olduğunu düşünüyorum.

[2] SODEV’in raporu için bkz. SODEV Gençlik Araştırması Raporu