Müthiş bir film izlediğimizde başımıza gelen nedir tam olarak? O filmi bizim için müthiş yapan benzersiz şey? Belki de ilk gerçekleşen şey, o güzel altüst oluş, içimizdeki bir kütlenin usulca hareket etmesi, yer değiştirmesidir. Filmin bizim için zengin bir çağrışım nesnesi işlevi görmesiyle, karmaşık ve çok yönlü bir çağrışım zincirini başlatması ve tetiklemesiyle ilerleyen bir süreçtir bu. Önümüzde açılır gibi olan, ama asıl içimizi genişleten bir sonsuzluk ufku. Kendi sözünü, kelimelerini keşfetmeye, onlara kavuşmaya can atan bir boşluğun esnemesi. Sıçramalar halinde oluşan, zamanın kısıtlamalarından sıyrılan ve mütemadiyen zenginleşen bir bileşimin göz kamaştırıcı güzelliği. Bir labirente düşmüşüz, ama yine de tuhaf, sevinçli bir neşeyle, hiç kaygıya kapılmadan üstelik, ilerlemeyi sürdürüyormuşuz hissinin tatlı ürpertisi. Bir hafiflik, yumuşaklık örtüsüyle sarıp sarmalanması bedenimizin. Güçlü bir özlemin soluk alıp verişi, duyurması kendini, ete kemiğe bürünmesi:
“Hepimizin içinde gizli bir romancı, besteci, ressam, heykeltraş, dansçı vardır. Bunlar aracılığıyla -dil, ses, imge, hareket ve devinim aracılığıyla- içinde yaşadığımız dünyada binlerce bilinçdışı fikir meydana getiririz.”[1]
Filmlerde yönetmen bir şey söylemek istemiştir de, biz bambaşka şeyler işitmişizdir. Kurgudan, sahnelerin sıralanışından, geçişlerden, kaymalardan, kesmelerden, ışıktan, sesten, müzikten, mekanlardan, oyunculardan çıkan, yayılan, sızan, bize çarpan ve henüz kavrayamadığımız onca şey…o imgeler çoğulluğuna çarpmak, düşmek, karışmak, bir denize bırakmak gibi kendini. Sonra birbiri ardına sonsuz anlamlara açılan kapılar, düşünce alanımızda yeni katmanların zuhur edişi. Tüm o işleyişin, hareketin bilinçdışımızla yaptığı kısa devreler, kurulan bilinçdışı bağlantılar, bilinçdışı etkileşimin genişleyen dalgaları. Bilinçdışının -deyim yerindeyse- tekrar tekrar kendi dışımızda oluşması, ortaya çıkması. Filmden söz etmeye başladığımızda kendimizden söz ediyoruzdur artık. Kendimizi anlatmanın, kendimizi açığa vurmanın en dolaysız, en doyurucu, en sahici yolları tam önümüzde uzanıyordur işte. Kendimizi tam da o açığa vuruş, dile geliş anında yakalamamız, o yaratıcı içgörü, harikulade temas ne büyük armağandır. İç içe geçen, birbirine eklenen aydınlanma anları, dünyamızdaki ışığın çoğalması.
Ilık, hafif, yumuşak bir şeyle dolması içimizin, ardından gelen tatlı tokluk, doygunluk hissi. O hissin neredeyse elle tutulacak denli maddi, fiziksel bir niteliğe kavuşması… bedenin hazla gevşediği, açıldığı, dolduğu en eski zamanlar tekrar edip duruyordur şimdi. O tekrar döngüsüne kapılmakta tatmin eden bir şey vardır. Işıldayan gözlerimizle önümüzde akıp duran görüntüleri içimize aldığımız, yuttuğumuz, sindirdiğimiz ve kendimizin parçası kıldığımızda, bütün bedenin kocaman bir ağız gibi açıldığı ilk dönemlerin nabız atışları değil midir yankılanan? Lacan’ın “Ağzı tıka basa doldursanız bile -dürtü seviyesinde açılan o ağız- besinle doymaz, doyuran, tabiri caizse, damak zevkidir” ifadesinde dile gelen şeyden söz ediyorum. Bebeği besleyen sütte, mideyi dolduran, maddi/fizyolojik açlığı gideren o somut nesnede bulunan fazlalıktan. Sütü kendinden başka bir şeye dönüştüren, onu meme mertebesine yükselten, memeyle bir yapan, dudaklara, ağız mukozasına, damak zevkine hitap etmesini sağlayan, dürtünün açlığını doyuran eklentiden.
Bazı filmlerin mucizesi budur işte: emziren, besleyen, doyuran bereketli bir kaynak olur çıkarlar. Bedenin hazla dolması, yatışması ve memnuniyeti o ölçüdedir ki, içimizde azıcık bile olsa orada gösterilmeyen başka herhangi bir şeyi görme isteği uyanmaz artık. Bir tür esriklik ve uyuşma hali eşliğinde kendine bir iç dünya yaratmaya koyulmanın, eksiksiz bir güven duygusuyla dünyaya yerleşerek giderek kendini oldurmanın eşsiz bahtiyarlığından başka hiçbir şey.
Şükran duygusuyla çoğalan yaşama coşkusu ve sevincinde bir teslimiyetten, vazgeçişten, geri çekilmeden, miskinlikten filan ziyade varoluşun temel dayanak ve potansiyelleriyle güçlü bir temas ve karşılaşma vardır. Bir tür adalet arzusu, herşeyin kendi asıl yerine iadesi için yeni bir yol ve usul arayışıdır bu. Yeryüzündeki bencil, açgözlü, istilacı, yayılmacı konumlarımızı terk etmeyi cesaretle göze alarak, merak ve ilgimizi cömertçe ötekilere, yanıbaşımızdakilere doğru genişletmeye iten bir kaynaşma ve kardeşlik arzusu. Yüce gönüllülükle kendinden geçmesi insanın, kalbin hafiflemesi. Ekmeğini paylaşmayı, sofraya birlikte oturmayı isteyen bir eşitlik talebi. Parktaki ufacık yemek molalarının eşsiz güzelliği bundandır biraz da.
Sanki tüm bunların sahnesi devasa Tokyo şehri değilmiş gibi. Sanki büyülü bir jest marifetiyle parlak reklam panoları, para, hız, şatafat, gösteriş, çokuluslu şirketler, lüks arabalar, pahalı ürünlerle tıka basa dolu bu kapitalizm başkenti sahnenin gerisine itilmiş, görünmez kılınmış, hesaptan düşülmüştür. Bu, lüzumsuz fazlalıklardan, aşırılıklardan, süslerden, nişanlardan arındığında hayatın asıl zenginliği, asıl maddesi/tözü ortaya çıksın diyedir sanki. Ya da, hayatlarımızı ağır bir külfetler galerisine çeviren, şuursuzca biriktirme, toplama, daha fazlasını kazanma dayatmasıyla çığırından çıkmasına yol açan mevcut yaşam kültürü, üslubu ve ahlakının tuzakları görünür olsun diyedir. Güzel müzikler, edebiyat, oyunlar, birbirini gözetmenin ve karşılıklı hürmetin incecik usulleri, ötekine şefkatle uzanma, kucak ve alan açma, buz gibi içecekler, insanda ölçülü bir yeme isteği uyandıran sade yemekler, ulu ağaçlar, gökyüzü, sabah vakitlerinin ışıltısı, berraklığı, temizliği… Daha fazlasını elde etme, daha çok biriktirme döngüsüne yakalandığımız andan itibaren kendimizi/kendinden feda etmenin tüm işaretleri, temsilleri, göstergeleri. Hayatlarımızı ve ruhlarımızı bir ur gibi saran, istila eden tüm metalar/mallar/ürünler bolluğu, devasa kapitalist pazar tarafından yok edilen, dışarı sürülen her şey. İnsanlığımızın yaslandığı ve ama korkunç kapitalist makinenin, sermayenin canavarca hareketinin gasp ettiği, boğduğu, üstünü çizdiği yüce, eşsiz, biricik tüm nitelikler, yatkınlıklar, yetenekler, erdemler, kapasiteler. Üst üste binen iki gölge yine sadece gölgedir. “Ne kadar fazlası olursa olsun, insana yetmez.”
“Yani haddinden fazla düzeye ulaşan her birikim, kişinin kaçınılmaz biçimde eksiklik haliyle yüz yüze kalmasına neden olur..”
Ya da şu:
“Kapitalizm bizi içimizdeki tatminsizliğe dair imge bombardımanına tutar. Günümüzde sistemle, öznenin kapitalist üretim ilişkilerinden ötürü yaşadığı tatminsizliğe odaklanarak mücadele etmek mümkün değildir…
Kişinin, yaşamını kapitalist bir özne olarak sürdürebilmesi kendini sürekli tatmin arayan tatminsiz bir varlık olarak görmesine ve dolayısıyla halihazırda bulduğu tatmini fark edememesine bağlıdır.”[2]
“Mükemmel Günler”in davetini böyle anlamalıyız bence: Olanca zenginliği ve derinliğiyle kendimizi yeniden insanlık olarak düşünmenin, hayal etmenin, temsil etmenin yollarını ve araçlarını bulmalıyız.
Hayat… bu kadar işte ve çok güzel. Bu kadar oluşuyla güzel, harikulade. Zamanın genişlemesi, ipeksi bir telaşsızlık ve yavaşlıkla uzaması, yayılması ve dolmasıyla birlikte en sıradan durumlar, meşgaleler ve hareketlerde bile sergilenen karşılıklı zerafet, incelik, dikkat, özen. Sakinlik, yavaşlık, hoşnutluk anlarıyla kendi dışına taşan zaman.
Sonra bir de, bir oyuncu ile bir film birbirine bu kadar mı uyar, yakışır…
Benim “Mükemmel Günler” filmim işte. Çünkü, şimdi ve burada başıma gelen, yaşadığım önemli anlar, ruhsallığımın oluşum süreci, hikayesi ve tarihini kendinde toplayan, taşıyan, özetleyen zihinsel/duygusal tüm izler, çizgiler, düğümler ve karmaşalarla temas ve ilişki halindedir. Önemli ve çarpıcı bir an olarak kaydolması ve edimselleşmesinin koşulu çoktan kurulmuş o temas ve ilişkidir.
Bu vesileyle, bence bu filmle aynı ruh iklimini, aynı tutku, coşku ve sevinçleri paylaşan Alexandre Koberidze’nin “Gökyüzüne Baktığımızda Ne Görüyoruz” filmini de anmış olayım..
[1] Christopher Bollas, Sonsuz Soru, Çev: Z. Baransel, YKY, 2024, s. 10.
[2] Todd McGowan, Kapitalizmin Ruhsal Bedeli Nedir?, Çev: I. Doğangün, Axis Yayınları, 2024, s. 377.