Adorno ve Ülkücülük (III)
Orhan Koçak

“Öyleyse, hanımlar ve beyler, faşizm yıkılmış da olsa faşist hareketlerin koşullarının siyasal olarak değilse bile, toplumsal olarak hâlâ devam ettiği varsayımıyla çalışacağım.” Bu koşulların başında “bugün de sürüp giden sermayenin yoğunlaşma (temerküz) eğilimini” sayacaktır Adorno. Temerküz eğilimi de “öznel sınıf bilinçleri açısından açıkça burjuva” olup imtiyazlarını ve toplumsal statülerini korumak ve “mümkünse pekiştirmek” isteyen tabakaların sürekli bir sınıf düşme ihtimaliyle yaşamalarına yol açmaktadır. “Bu gruplar hâlâ sosyalizmden ya da kendilerinin sosyalizm dediği şeyden nefret etme eğilimindedirler; başka bir deyişle, kendi potansiyel sınıf düşmelerinin sorumlusu olarak, buna yol açan aygıtı değil de bir zamanlar statü sahibi oldukları sistemi eleştirenleri suçlamaktalar.”

Bu gruplar için sosyalizme geçmek her zaman zor olmuştur, diyor Adorno, bugünün Almanya’sında daha da zordur: “Bunun başlıca sebebi SPD’nin, Alman sosyal demokrat partisinin Keynesçilikle, Keynesçi bir liberalizmle özdeşleşmiş olmasıdır.” Bu Keynesçi liberalizm, “bir yandan Klasik Marksist teoride toplumsal yapılar için öngörülmüş değişim potansiyelini yolundan saptırmakta, öte yandan da değindiğim toplumsal gruplar için sürekli bir yoksullaşma tehdidine” yol açmaktadır. 1960’larda Almanya’da yoksullaşma mı vardı, o yıllarda tam da Alman mucizesine tanık olunmuyor muydu, diye itiraz edecekler çıkacaktır. Ama Adorno bir konjonktürden çok, uzun erimli eğilimlerden, ihtimaller ve tehlikelerden söz ediyordu. Bugünleri öngördüğü için suçlayacak mıyız onu? Adorno’nun niçin SPD’ye bir türlü razı olamadığını ve ekonomik ve siyasal analizlerinden çok yararlandığı Otto Kirchheimer gibi SPD sempatizanı dostlarından kendini nasıl ayırdığını gördükten sonra can alıcı noktaya odaklanalım şimdi:

Sekiz yıl önceki o çalışmada geliştirdiğim ve geçen süre içinde epeyce önemi artan bir tezi hatırlatmak isterim: tam istihdama ve bütün bu türden refah belirtilerine rağmen, işsizlik hayaleti topluma o derece musallat olmuştur ki, bu otomasyon çağında, henüz üretim sürecinin içinde yer alan insanlar bile kendilerini potansiyel olarak bir fazlalık -bunu en açık ifadelerle belirteyim- potansiyel olarak işsiz hissetmektedirler. Otomasyon süreci Orta Avrupa’da [Almanya ve Avusturya] henüz o kadar ilerlemiş değildir, ama hiç şüphesiz orası da yetişip yakalayacaktır.

Otomasyon geçen yüzyılın 50’li, 60’lı yıllarında başka Marksist ve eleştirel kuramcıların (Friedrich Pollock, Harry Braverman, daha sonra Richard Sennett) tahlillerine dahil olmuştu, ama sadece maddi/ekonomik değil aynı zamanda ruhsal/düşünsel bir gerçeklik olarak “süreğen bir prekaryalaşma” sürecine sanırım ilk kez Adorno dikkat çekiyordu. Altmış yıl sonra bu sınıf düşme tahdidi ve prekarizasyonun sonuçlarını sadece Batı, Doğu, Kuzey ve Güney Avrupa’da şu anda iktidarda veya gelmek üzere olan “neo”-faşist ve radikal sağ partilerin (ve ABD’de alt sınıf Trumpçılığının[1]) yükselişinde değil, Çin ve Hindistan’da iyi eğitimlerinin karşılığında güvenli ve tatminkâr bir iş ve toplumsal konum elde edemeyen genç üniversite mezunlarının huzursuzluğunda da izlemek mümkündür. Şunu da sorabiliriz belki: eğer bu prekaryalaşma tehdidi gençlerin burnunun ucuna kadar gelmemiş olsaydı, ABD’de, Latin Amerika ve Avrupa’da, Asya’da sadece anti-emperyalizm ve İsrail alerjisi şu son ayların kitlesel protesto ve üniversite “işgalleri” için yeterli olur muydu? 1968 patlamasının önce öğrencilerde sonra da sanayi işçilerinde böyle bir “fuzulileşme” tedirginliğiyle birlikte geldiğini hatırlamalıyız.

Adorno bu temel argümanlarını sıralarken aceleci öngörülere (“bazı klişe kavramlara”) karşı da uyarır dinleyicilerini:

Bu hareketlerle ekonomi arasındaki ilişki yapısal bir ilişkidir, o değindiğimiz temerküz ve yoksullaşma eğiliminden türer, ama onu kısa-erimli bir süreç olarak göremeyiz: eğer sağ radikalizmi basitçe ekonomik gelişmelerle eşitlersek çok yanlış sonuçlara varırız. Mesela Almanya’da NPD’nin başarıları şu son ekonomik sarsılmadan önce de biraz korkutucu olmaya başlamış, hatta bir bakıma onu öngörmüş ve deyim yerindeyse iskonto etmişti. Diyebiliriz ki bu başarılar, ancak sonradan gerçekten belirgin hale gelen bir korku ve dehşeti daha başlarken önlemişti.

Bir önceki iletide değindiğimiz bu korku, terör ve “gözü karalık” bahsine döneceğiz.   

***

Süreğen faşizmin jeopolitik durumla ilişkisi de Adorno’nun üzerinde durduğu konulardan biridir. Doğu Almanya, hem daha düşük hayat standardı hem de özgürlük yoksunluğuyla Batı Almanlarda bir “yabancı korkusuna” yol açmaktadır. Adorno bu bağlamda “büyük güç blokları çağında milliyetçilik sorunu” hakkında bazı gözlemlerini sunar. İnsanların ve toplumsal grupların bu bloklar (NATO, AET, Doğu Bloku) içinde yutulma, erime ve maddi varoluşlarında kayıplara uğrama korkusuna değinir. “Mesela, tarımda sağ radikalizm potansiyeline gelirsek, hiç şüphe yok ki Avrupa Ekonomik Topluluğuna ve AET’nin tarım pazarında yol açacağı sonuçlara ilişkin son derece büyük bir korku vardır.” Altmış yıl sonra Avrupa “aşırı sağının” AB ve “Brüksel” korkusu değilse bile düşmanlığı daha da artmış görünüyor (burada artık korku gibi edilgin bir duygu yerine nefret ve düşmanlık gibi etkin, dışa dönük ve hedefli duygulardan söz etmek herhalde daha doğru olur.)

Bununla birlikte, “yeni milliyetçiliğin ya da sağ radikalizmin antagonistik karakterine” işaret eden bir hayalilik, bir sahtelik de vardır (Adorno, “kurmaca” terimini kullanıyor). Bu büyük bloklar içinde tek tek uluslar ancak ikincil bir rol oynamaktadırlar. “Kimse onlara gerçekten inanmıyor artık.” Ancak, “miadını doldurdu” diye milliyetçiliğin artık önemli bir oynamadığı gibi “ilkel” bir sonuç çıkarmamak gerekir bütün bunlardan: “tam tersine, çoğu zaman inançlar ve ideolojiler asıl şeytani ve tahripkâr karakterlerini tam de nesnel durum onları tözlerinden, maddi temellerinden yoksun bıraktığı zaman edinirler.” Verdiği örnek: Cadı Avları, Hristiyanlığın Aquino’lu Tommaso’nun yapıtlarıyla en yüksek ifadesini bulduğu 13. ve 14. yüzyıllarda değil, 16. yüzyılda Karşı-Reformasyon döneminde meydana gelmiştir.

“Alman ideolojisinin temel düsturlarından biri, münzevilere, yalnızlara, tek başına hareket edenlere tahammül edememesidir,” diyor Adorno, “insanların tekrar tekrar Hindenburg’un ‘birlik olun, birlik olun, birlik olun’ çağrısını zikretmesi de rastlantı değildir.” Alman ulus-devletinin İngiltere ve Fransa’ya oranla gecikmiş kuruluşu da rol oynamıştır burada: “Almanya’da insanlar sürekli ulusal kimlikleri için korku duyarlar, ulusal bilince fazla değer biçilmesine yol açan bir korku. Bölünme fikri karşısında paniğe kapılmalarını da açıklar bu durum.” Türkiye’ye hiç gelmemiş olması ne yazık! İspanya’da 80’lerden 2000’lere kadar gerileyen, göçmen akınından bile fazla beslenemeyen faşizm artıklarının tam da Katalan bağımsızlık referandumundan sonra ülkedeki dışkı torbalarının büyük kısmını bünyesinde toplayan üçüncü büyük siyasi parti (Vox) olarak yükselişini daha genç kuşaklar izleyebildi.

Sanıyorum Adorno’nun artık sadece Alman post-faşizmi, hatta sadece küresel aşırı sağ değil, tarihsel koşulları büyük ölçüde ortadan kalktığı halde küçük ve sinirli inanç grupları halinde varlıklarını sürdüren birtakım “sol” oluşumlar için de geçerli olan en keskin ruhsal/ideolojik gözlemi şu cümlelerde özetleniyor:

Kendilerinin de tümüyle inanmadıkları bir şeyi insanlara satma çabası daha Hitler zamanında bile görülebiliyordu. Ve bu dalgalanma, bir yanda aşırı heyecan ve çabadan bitkin düşmüş bir milliyetçilikle öte yanda bu milliyetçilik hakkında duyulan şüphe arasındaki bu ikirciklenme, ki insanın hem kendini hem de başkalarını ikna edebilmesi için gizlemesi gerekir, daha o zamanlarda bile gözlenebiliyordu.

Bunun yeni, eski veya sanrısal “ütopyacılıklarla” ilişkisi buraya sığmayacak bambaşka bir tartışma çerçevesi açar. Öte yandan, “aşırıcılığı” en basit tanımına (bugünde tutunamayıp hayali bir geçmişe veya geleceğe kaçış) indirgemek bize Adorno’nun işaret ettiği “yıkımseverlik” hakkında daha geniş bir pencere açabilir. Yıkımseverlik derken kastedilen şey, İspanyol faşistlerinin aslında bir zafer narası olan (çünkü etraflarına bakınca kazanacaklarından emin olmuşlardı) “İspanya, yaşasın ölüm!” sloganı değildir; El Kaide militanının öte dünyada ödüllendirileceğinden emin olduğu intihar saldırısı da değildir. Tahribatın anlık hazzından başka maddi-manevi getirisi yokmuş gibi duran ama aslında bir sıkışmışlığın, gerçek bir temelsizleşmenin semptomu olan bir ruh hali ve davranış tarzından söz ediyoruz: coşku ve dehşet kendi kendisinin tek kefili oluyordur burada.[2]

Dünyanın hemen her yerinde, belki Çin’de değil ama müşterisi Myanmar’da (Burma) bile gözlenebilen bir tür “Saraçhane-Taksim” düğümlenmesine yol açar bu durum. Bir yanda “düzen” içinde (meclislerde, komisyonlarda, hatta yürütmede, Elysée’de veya Beştepe’de) iş görülebileceğine inanan muhalif-sol güçler (çeşitli Aung San Suu Kyi’ler, partiler, sendikalar, stk’lar, hatta silahlı hareketler) tarafından durdurulan, tıkanan toplumsal/siyasal değişme projesi, öte yanda direnme güçlerini tam da bu tıkanmadan alan “goşistler”, “maceracılar” vb. Bu itişmenin kazananı, sonuçta iki taraf da (“Sosyal Demokrasi” ve “devrimciler”) değil, kavganın çerçevesini kurup “uzaktan” zevkle seyretmekle yetinen asıl iktidar olur çoğu zaman. Çoğu zaman…

***

Eski ve yeni faşizmin sınıfsal bileşimi de başından beri sosyalist hareketteki faşizm tartışmasının başlıca tematiklerinden biri olmuştur. Komintern’in 1935’teki 7. Kongresinde Bulgar Komünist lider Georgi Dimitrov’un faşizm tanımı resmileşir: “Faşizm, finans kapitalin en gerici, en şovenist ve en emperyalist öğelerinin açık terörist diktatörlüğüdür.” Bu tanımın kofluğu, Adorno’nun konuştuğu tarihte bile Tim Mason ve Detlev Peukert gibi o dönemin genç Marksist tarihçileri tarafından açığa çıkarılmıştı. “En” gibi belirsiz bir mukayese teriminin herhangi bir analitik veya betimsel değeri olmadığı ve aynı zamanda çeşitli gerici güçlerle ilkesiz ittifakların yolunu açtığı için de değil sadece. Asıl, faşizmin ikna gücünü ve kitlesel benimsenişini açıklamak şöyle dursun, görülmez ve düşünülmez kıldığı için.

Adorno, sınıfsal bileşim meselesinde köşeli ve kesin yargılardan kaçınarak bazı yeni ampirik çalışmalara işaret etmekle yetinir. Kamuoyu araştırma şirketleri yanında Enstitü’nün kendi çalışmalarının da gösterdiği gerçek, “yeni faşizmin bugünkü toplumun her alanında bulunabileceğidir.”  

Sanıyorum bütün bu hareketlerin, son dönemde Fransız Poujadizminde görüldüğü gibi özgül olarak bir küçük burjuva fenomeni olduğuna dair yaygın görüşün, toplumsal karakterleri açısından isabetli olduğu söylenebilir belki; belli küçük burjuva grupların, özellikle de perakende sektöründeki temerküzün doğrudan tehdit ettiği küçük tüccarların faşizme yakalanma ihtimali şüphesiz vardır. Ama iş bunların dağılımına gelince bu tez isabetsizleşir. Küçük tüccarların yanında bir başka büyük grup da sürekli kriz içinde olan çiftçilerdir ve bana kalırsa tarım sorunu radikal bir biçimde çözülene, yapay olmayan, yardım ödeneklerine dayanmayan bir çözüme kavuşturulana, tarımda makul ve rasyonel bir kolektifleştirme gerçekleşene kadar, burası zararlı bitkiler için mümbit bir toprak olarak kalacaktır.  

Taşrayla kentsel alanların farkına da değiniyor Adorno. Ren bölgesinin güneyindeki bağcılar ve şarap üreticilerinin faşizmden etkilenme ihtimalinin “özellikle” yüksek olduğunu öne sürdükten sonra[3] faşizm ve sanayi ilişkisine dönüyor: Almanya’da sanayi sermayesinin 60’lı yıllarda çeşitli neo- veya post-faşist hareketleri desteklediğine dair “henüz elimizde gerçekten somut kanıt yoktur.” Ama tarihsel olarak izlenmiş hayli “somut” bir olgudan söz edilebilir: “Faşizmin aygıtının her zaman merkezi ekonomik çıkarlar karşısında kendine ait bir hayat edinme eğilimi vardır ve faşizm aslında büyük sanayi için çok da elverişli değildir. Almanya’da faşizm [1930’larda] iflas etmiş Ruhr sanayisini alternatifsiz bırakan son derece ağır bir ekonomik kriz anında bir son çare olarak kabullenilmiştir.”

Adorno’nun düşüncelerinin nerede daha sağlam, isabetli, nerede daha zayıf, sallantılı veya eskimiş olduğuna bakmak kalıyor geriye. Kendi zamanında ve özellikle daha yakın dönemde geliştirilmiş bazı kuramsal ve ampirik çalışmalar ışığında.


[1] “Alt sınıf” diyorum, çünkü Trump’ın destekçilerinin daha büyük kısmının orta ve üst gelir dilimlerinden geldiği detaylı araştırmalarla saptanmıştır.

[2] Karşı taraftakiler, çeşitli faşistler, milliyetçiler ve nevzuhur dinsel fundamentalistler için de şunu söyleyebiliriz belki:  hem kendini haklı hissetmenin hem de hıncın, hasedin, ressentiment’ın uzun uzun tadını çıkarabilmeleri için düşmanın ebedileşmesine ihtiyaçları vardır.

[3] Bizim yeni ve yenilenmiş şarap sektörümüz ise çoğunlukla üniversite mezunu, hatta bir kısmı lisansüstü yapmış, liberal, sinemaya, tiyatroya, konsere giden, muhtemelen Oksijen okuru (belki yazarı), belki son seçimlerde TİP’e oy vermeyi bile “düşünmüş” bireylerden oluşur gibidir, en azından şimdilik.