Çağdaş Futbol Estetiğine İtiraz
Aybars Yanık

Fazlasıyla öznel değerlendirmeler içeren bir yazıya itici olmayan bir başlangıç yapmak zor. En iyisi, niyeti doğrudan, açık seçik ifade etmek herhalde: Bu yazı, bir sporseverin değil, bir futbolseverin günümüz futboluna ve onun, izleyicisine baygınlık veren estetiğine dair oldukça muhafazakâr ama bir o kadar da gerekli bir itirazı sahipleniyor. Bir sektör olarak futbolda her daim üzerinde tepinilen (paso lig, abuk subuk bir sürü paralı kanal üyeliği zorunluluğu, üst sıra takımlarının pahalı biletleri vb.) seyircinin de biraz dikkate alınması ve dikkate alınmak için hiç de bir futbol okuryazarı, futbol bilirkişisi, futbol profesyoneli, yorumcusu olma zorunluluğu olmaması gerektiğine dair de bir itiraz bu.

Evet, bir futbolseverim. Sporsever sayılmam. Bir kusur veya özür beyanı değil bu. Yanlılığı açık eden bir tavır. Yayınevimizin editörlerinden Necdet (Dümelli), mesela, cirit mirit izler, güreş sever, o bayık snooker’ı seyreder. Kitap okurken futbol izlediğini de söylüyor. Futbol izlerken kitap okuyorsan ikisinden biri seni sıkıyordur bana kalırsa. Ama o hakikaten sporseverdir. Ben değilim. Benim derdim futbol ve onun ahir zaman estetiği –veya pavyon fedaisi kılıklı Guardiola’nın başımıza bela ettiği o birörnek taktik hapishanesi, onun ürettiği futbol kültürü.

Ama nedir o estetik, neyi kastediyorum? Oyunun kendine bakalım; ama sonra o estetiği ayıla bayıla sahiplenen yeni nesil futbol yorumculuğuna da, terminolojisine de biraz değineceğim.

Pas-pas-pas-pas... sonra yine pas

Spor basınının ciddi takipçilerinden Mustafa Taha, üzerinden biraz vakit geçti ama, bir görsel paylaşmıştı. Manchester City'nin bir gol organizasyonuna ait bir görseldi bu (uzun zamandır adı geçen takımı izlemiyorum, o yüzden haberim yokmuş gibi yaptığım sanılmasın); tam 46 pasla gerçekleşen ve Foden’ın attığı bir gol. Pas trafiğini görünce, insanın içi daralıyor.

Yahu allahaşkına diyesi geliyor insanın, ileride Haaland yok mu, bir tane doğrudan top atamadınız mı ona diye sorası geliyor? Aslında, işte ahir zaman estetiğinden bakınca lüzumsuzlaşan bir soru bu. Bir kere futbolcudan çok güreşçiye benzeyen Haaland’ın savunmanın arkasına atılan bir topa gerektiği gibi hamle edip edemeyeceği şüpheli. İkincisi böyle bir uzun topta, kenarda Guardialo’nın sinirden pinpon topu gibi zıplayacağına, kendini yerlere atıp tepineceğine en ufak bir kuşku yok. Üçüncüsü uzun top epey demode, bir tür acizlik işareti, topu şişirmekle eşdeğer sayılıyor. Oldschool bir hamle. Ama 46 pas, vallahi, bir yönüyle ama önemli bir yönüyle israf ve enerji kaybı değil de nedir?

Benim akranlarımın (87’liyim) izlediği ve görebildiği en iyi 10 numaralardan olan Djalminha (pekbilinmez Deportivolu) futbol izlemeye tahammül edemediğini, sıkıntıdan patladığını açıklamıştı birkaç yıl önce. İşi gereği yorumculuk yapmasa, asla izlemeyeceğini söylüyordu. Neymar’ın Avrupa futbolundaki o astronomik piyasa değerini çalım kıtlığının cazipleştirdiği adam eksiltme becerisine bağlamıştı. İlk okuduğumda yadırgamıştım fakat bugün tamamen hak verdiğimi söyleyebilirim. O yüzden değil mi, bir çalım atıldığında tribünler gol olmuş gibi seviniyor; taca bile gitse uzaktan şuta kendinden geçiyor, spikerler “haykırıyor” –bunu hakaret olsun diye yazmıyorum, inanmayan maç esnasında en ufak bir aksiyonda mütemadiyen “aaaav”, “oooov”, “offfff”, “uuuu” filan gibi tuhaf sesler çıkaran spikerlerin istihdam ofisi S Sport’ta herhangi bir maçı izlesin.

Burada temel itirazım sık pas yapmaya, bunu öncelikli ilke olarak benimsemeye değil esasen. Bunun bir oyun modeli olarak ve üstelik olmazsa olmaz bir şablon olarak iyice oturması, standartlaşması, sorgusuz sahiplenilmesi. Yani mesela pas yapacak kabiliyette oyuncun pek yoksa, neden bu ısrar? Galiba Volkan Demirel’di, sürekli geride top kaptırıp bol gol yiyerek kaybettikleri bir maç sonrası, “bu geriden pas yaparak çıkma ısrarını anlamıyorum, yapma dedik, ona rağmen yapıyorlar, alışkanlık olmuş” diye kendi takımını fırçalamıştı. Bugün alt liglere dahi sirayet etmiş durumda. Tamam, bol paslı oyunu izledik, vaktiyle sevdik de. Barcelona dedik, Xavi-Iniesta ikilisini bağrımıza bastık ama işte dönemin ana-akımı dışında kaldığı için de sevmiştik biraz; orada söz konusu olan, evrensel bir estetik ilkeye ölümüne sadakat değildi sanki.

Bu pas bayıklığı, neredeyse Besim Tibuk’un ofsaytı kaldırma önerisi gibi radikal önlemlere hak verdirir noktaya getirmiyor mu insanı? (Ofsaytı kaldırınca çok gol olmaz gerçi, Tibuk’un serbest piyasaya dair muhtelif önerileri gibi, bu da elbette üzerine pek düşünülmemiş bir öneri, şaşırmıyoruz.) Oyunun nihai amacı, hatırlasak mı arada, biraz da zevk, göze hoşluk değil mi? Pas, pas, pas, ceza sahasına kadar çıldırtıcı o trafik, bazen gebertici bir sıklıkla kaleciye geri dönme; ceza alanının içi ana baba günü, şut çeksen kaleye gitme ihtimali yok, illa birinin kıçına başına çarpıyor; stoperlerin ödü kopuyor elimize çarpacak diye. Ceza alanı içi buz pateni pistini andırıyor, anlı şanlı stoperler, kolları yokmuş gibi davranmaya, tuhaf pozisyonlar alarak topa hamle etmeye çalışıyor.

Z kuşağına maç izleteceğiz diye oyunun süresini 60 dakikaya düşürmek gibi dâhice öneriler akledene kadar -Arsene Wenger, sen yok musun, dünya yeteneksizi bir dolu adamı Arsenal’de stoper, orta saha ve forvet kılığına sokan dâhi- acaba biraz şu ele çarpma kuralına da el atmak gerekmez mi, hiçbir şey için değilse göz zevki hatırına? Futbolun Amerikanlaşması, Amerikanfutbolulaşması, biraz da bu bence; oyun boyuna duruyor, arada hamburger patates yiyelim, oradan biri çııısst diye bir Coca Cola açsın, o arada bir şey kaçırmayalım diye herhalde.

VAR’ı zaten saymıyorum. Mahkemeleri yapay zekâya teslim etmek gibi bir şey bu. Hakeme hiç inisiyatif bırakmayan, hakemin de bayılarak sahiplendiği bir karar vermeme konforu içinde, gol olunca tuhaf şekillere girip bir gözümüz hakemde dikelmek çok mu hoşumuza gidiyor diye merak ediyorum. Futbolda adaletin, saha içinde sağlanacak bir “performans”a indirgenmesine itiraz yok mu? Yok. Futbolda adaleti sağlamak isteyen yöneticiler, adalete büyük merak duyuyorlarsa, para aklama aracı transferlerine baksınlar biraz da.

Çalım atmama, risksiz oyun, kılını kıpırdatmama da bir erdem oluverdi. Oyun elbette kolektif bir oyun; yardımlaşma-dayanışma da iyidir, oyunun temelidir. Ama yani, iki adam geçip (yalnızca hızıyla veya fiziksel üstünlüğüyle değil, estetiğiyle, biraz da cambazlıkla) kaleciyi olduğu yerde kütük gibi bırakacak bir şutla gol atan birinden takım arkadaşları da razı olur; o da bir dayanışmadır. Risk alarak, laf yemeyi göze alarak takım arkadaşları için bir şeyler yapmış olur. Olmaz mı? Fedakârlık hani…

Dediğim gibi pas oyununu, yardımlaşmayı sevmemek değil mesele. Bunun anaakımlaşması, oyunun buna indirgemesi. Zamansal veya hakikaten bir oyun estetiği olarak sahiplenilmesi de değil sorun. Ama her takım Maurizio Sarri’nin Napoli’si değil ki. O Napoli’yi de bayıla bayıla izledim, Spaletti henüz şampiyon yapmamıştı üstelik. Oyuncunun karakterini köreltmeden bir takım oyunu da mümkündü demek ki. Oyun zekâsıyla, çabasıyla, inisiyatif almasıyla hakikaten bir beş sene sonra göremeyeceğimiz, Beşiktaşlı olmadığı için de entelektüel ama futbolsevenler arasında katiyen adı bile geçirilmeyen -bir Atiba değildir kesin veya Quaresma!- Mertens’i bugünkü Mertens yapan, oyuncunun karakterine saygılı Sarriball dönemi Napoli’siydi ve o takım da nefis bir pas takımıydı.

Başarılı olmuş oyun şablonlarından (bu tabirleri de sevmiyorum ama, “gegenpress” Klopp, örneğin) ilham alınabilir elbette ama bu denli kopya çekmek, nakilcilik nedir? Önde basacağım diye “10” numara tabir ettiğimiz oyuncu tipi silindi gitti piyasadan. Bir tane klasik 10 numara kalmadı, çocuklar üzerlerine geçirecek forma, adını söyleye söyleye top sürecek oyuncu ismi bulamıyor. Topu sürecekleri bir mahalle arası kaldı mı, o ayrı bir konu. Koşmayan oyuncuya ekmek yok –“çok iyi atlet” diye bir şey söylenip duruyor televizyonlarda artık; atlet mi? Futbolcu yahu bunlar, futbol izliyoruz biz. Şükürler olsun Hagi bu dönemde oynamadı da kenardan ona bu saçmalıkları dayatacak hocası olmadı. “Hagi, topu alır almaz hemen kenardaki kanada ver, oyun genişlesin, o da içeri katetsin…”

Çizgiye inip orta yapmak? Yok, hayır, katiyen… Zaten orta gelse süzüle süzüle yandan dışarı gider, kafa vuracak “9” mu kaldı? Şimdilerde “sahte 9” diyorlar, hakikaten tek numarası sahte olması.

Tuhaf yorumcular, spikerler

Bu ahir zaman estetiğinin bir de kendine özgü, hakikaten aynı bahçede yetişen türden mahsulleri, yani anlatıcıları peyda oldu. Yorumcuları, spikerleri, uzmanları… Uzmanlık olmadan seyredilemeyecek bir futbol: bir Hollywood distopyası. “O adamın niye filanca alana hiç gitmediğini anlamadan oyunu anlayamazsın, zevk alamazsın.” E belki yorulmuştur? Inverted winger, half back, mezzella, uydurma pozisyonlar, half-spaceler, tabirler enflasyonu… Bunları bilmeden, konuşmadan, istediğiniz kadar futbol seyredin, sizden spiker, yorumcu, futbol insanı olabilemiyor. Oyunun yorumlanmasına, üzerine fikir üretilmesine laf etmek düpedüz bir futbol bağnazlığıdır ama bu tabirler enflasyonunun da futbol kültürünün uzmanlaştırılmasına, duygu ve sezgiden arındırılmasına dair bir semptom olduğunu da düşünmüyor değilim.

Kendine özgü bir dil de oluşuyor ekranlarda. Mesela “pas düşüncesi” deniyor. “Mario Rui’den Osimhen düşüncesi…” gibi. İnsan sanıyor ki Mario Rui aslında pas vermedi, bir an şöyle bir aklından geçirdi, sonra etrafında bir dönüp kaleciye geri oynadı. Anlatım da oyun gibi süratli olması gerektiği için herhalde, oradan da kesintiye gidiliyor. Mario Rui, Osimhen’e oynadı ama Bastoni araya girdi veya top dışarı gitti denmiyor. Çok uzun. Gereksiz, verimsiz. Onun yerine şut pasından (şimdi çıldıracağım), gol beklentisinden (xG), ısı haritalarından, atletizmden, koşu mesafesinden konuşalım; istatistik hocam… her şeydir. İyi çalışan, verimli, zirvede değil, prime’ında oyuncular… yanında xG’leriyle, gol ve asist sayılarıyla.

Robotik spikerler ve yorumculardan o denli bunalmışım ki, geçenlerde Ömer Üründül’ün yorumcu olduğu bir maça denk gelip de “Yalnız ne maç oluyor Ertem!” diye coştuğunu görünce, çocuk gibi sevindim.

İstatistik diyorduk, bir seferinde Kaan Kural’dı galiba, NBA maçlarının, tribünler dışında, seyredilmeyip telefondan/tabletten istatistik olarak bakıldığını söylemişti. Z Kuşağı’nın da futbol ve basketbol maçlarını uzun süre izleyemediği yazılıp çiziliyor. Z Kuşağı tabir edilen grubun birtakım temel eğilimlerini tespit edip bunlara çok gerçek ve isabetli öfkeler besleyen yayınevimizin Ankara bürosunun neşeli müdavimlerinden Sercan (Çınar) duymasın demek isterdim ama onun da bu ahir zaman futbol kültürüyle pek bir derdi olmadığı için ona müstahaktır. “Dünkü maçı izleyeceğine sunumuna daha iyi hazırlansaydın,” diyebileceği bir öğrencisi yoktur herhalde; hazin.

2.400 dakika süre almış (“süre almak”), istikrarlı ve her maç tercih edilen bir oyuncu. Harika. İstikrar, güven, gelecek… İnsanın kaç maçta “demarke” olduğuna da bakası geliyor vallahi! Gol pasına da bakalım hatta. Ama ya orada belki başka bir alternatifi yoksa hocanın, izledik mi hiçbir maçını? Berbat oynasa da yerine geçecek biri yoktur, kimbilir?

***

Felsefeci Simon Critchley’nin Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz? adlı muhteşem kitabına bağlanalım.

Gelgelelim futbolun güçlü ve derinden etkileyici güzelliğini ortaya koyabilecek, biçime daha çok odaklanan bir poetikaya ihtiyaç var. Arjantinli teknik direktör Marcelo Bielsa’nın … dediği gibi: “Futbolun özü güzelliğe hizmet eden bir jesttir.” … Bir de zarafet var, kendiliğinden ve bazen de gayri iradi gelişen hareket ve letafet. Hemen Zinedine Zidane geliyor aklıma …” (s. 26)

Bir de efsane teknik direktör Alex Ferguson’ın zaman zaman insanın uykusunu getiren, yer yer sevimsizleşen otobiyografisi Hayat Hikâyem kitabına bakalım.

Taraftarlar için pazartesi sabahı işe gittiğinde hafta sonundaki maçın etkisinde kalma kültürü diye bir durum söz konusudur. Adamın biri Ocak 2010'da bana şöyle yazmıştı: "Lütfen pazar günü için aldığım biletin parası olan 41 sterlini bana iade eder misiniz? Bana eğlence vadettiniz. Oysa ben hiç eğlenmedim. 41 sterlinimi geri alabilir miyim?” Bunu yazan bir taraftardı. Aklımdan şöyle cevap vermek geçmişti: “Lütfen 41 sterlini son yirmi dört yılda sağladığım kârdan düşer misiniz? [sevimsizlik].” Umarım şu dediğime kimse karşı çıkmaz: Bunca yıl içerisinde parasının karşılığını almayan tek bir seyirci bile yoktur. Kimseyi kandırmadık, maçlarımız asla sıkıcı olmadı.

Umarım, çok uzak olmayan bir gelecekte futbolun güzelliklerini hatırlamak için en az yarım yüz yıl öncesine müracaat etmek zorunda kalmayız.