Dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir dini ideolojiyi kendine temel almış, politikasını o ideolojinin gösterdiği hedeflere ulaşmak üzere biçimlendiren bir siyasi hareketin başarılı olabileceğine inanmam. Hamurabi çağında olabilirdi; bundan böyle mümkün değil. Bu tarz bir siyaset eninde sonuna (çok zaman “enine sonuna” kalmadan) anti-demokratik olmaya mahkumdur. Dünya tarihi bunun örnekleriyle dolu; ama karşıtının herhangi bir örneği yok (İran’ı sayacak değiliz herhalde; ama Şinto da başarılı olmadı).
Türkiye’de Batılılaşma geç Osmanlı döneminden başlayarak geniş bir tepki yarattı. Hareketi başlatan ve yürütenler egemen sınıflardı. Dolayısıyla bu tepki kendine popüler çizgide bir taban üretebildi. Bu nedenle Türkiye, girdiği süreçte kendine özgü ilginç durumlarla karşılaştı (örneğin bir kısım Marksistler “herkese oy hakkı” uygulamasının “karşı-devrim” olduğunu savunabildiler).
Lafı uzatmayayım. Bu tepkiyi bugün öncelikle temsil eden siyasi varlık, Adalet ve Kalkınma Partisi, temsil ettiği çizgide yer alan başka hiçbir partinin gösteremediği başarıyı gösterip iktidar oldu. Ben bu partinin de dine dayanan partiler üstüne yaptığım genellemeyi nakzedecek bir icraatta bulunmasını beklemiyordum. Beklediğimden çok daha beteri oldu ve AKP özellikle sola savaş açtı.
Bu kararı verdikten ve ilan ettikten sonra MHP desteğiyle sürdürdüğü çizgiyi hep birlikte izledik; sonuçlarını yaşadık. Dediğim gibi, başarılı olmasını beklemiyordum ama bu kadar başarısız olmasını da beklemiyordum.
AKP’nin ve onun içinden çıkıp geldiği hareketin, yukarıda söylediğim gibi, “popüler” diyebileceğimiz bir tabanı vardı. Partinin bu tabana karşı davranışı özellikle hoyrat oldu. Bir demokratik seçimle iktidarların değişebildiği bir düzende en “seçkinci” kapitalist partiler bile yoksul kesime karşı bu kadar haşin davranmazlar. AKP tamamen zenginleştirdiği kesimi daha da zengin edecek politikaları yoksul kesimi ezme derecesinde devam ettiriyor.
Ve o tabanı kaybetmeye başladığının birtakım sinyalleri geliyor.
İhale politikaları, nepotizm, “bizden” olanları göz çıkararak kayırma görülmedik boyutlarda, ki bu gibi alanlarda Türkiye’nin sicili hiçbir zaman parlak olmamıştı. Her türlü mansıbın partizanca tayinlerle liyakatsiz kişilerin eline verilmesi özellikle çeşitli kazalarda kendini gösteriyor.
Doğayı hırpalamakta bu kadar pervasızca yol alacaklarını beklemezdim. Bu alanda dini ideolojinin durdurucu etkisi olacağını sanırdım. Olmadı.
Türlü çetelerin cirit oynadığı bir topuma dönüşeceğimiz de hesapta yoktu, ama oldu.
Hukuk alanında yapılanlar, olaylar endişesini duyduğum gelişmelerdi. Bu alanda her türlü endişemi karşıladılar. Belki burada da beklenenin üstüne çıkan bir performans göstermiş olabilirler ama sonuçta böyle yapmalarının çok şaşırtıcı olduğunu söyleyemem.
Eğitimde tahmin edileceği gibi etkinler. Etkinliğin elle tutulur sonucu bu alanda egemen olan ürkütücü nitelik düşüşü. Erdoğan açtığı kültür savaşında şimdiye kadar elde edilen sonuçlardan mutlu olmadığını gösteren demeçler verdi. Ama bence bundan ötürü yeise kapılmasına gerek yok: erişmek istediği menziller ve seferber edeceği kadrolarla bugün vardığı yerden farklı bir yere varması zaten mümkün değildi. Düşmanlarının kültürel bakımdan yenilmesi sözkonusu değildi. Kültürü yasak ederek eşitlik sağlayabilirdi; bunu da yaptı.
Ekonomiden söz etmedim. Burada özel bir saydamlık var. “Faiz” politikalarına karışma, “nass” üstüne değerlendirme vb. herkesin gözü önünde cereyan etti. Kendisinin “ekonomist” olduğunu söyleyen Erdoğan kendisi de bu kaos sürecinin içinde baş roldeydi.
Kurumlar işlemez hale geldi. Bu iktidar değişse bile, bozdukları bütün mekanizmaların yeniden işler hale gelmesi kimbilir ne kadar zaman alacaktır.
Böyle böyle geldiğimiz ve şimdi ayağımızı bastığımız bu zeminde daha epey duracağımız anlaşılıyor. Hatta “duracağımız” kelimesi bile iyimser diyebilirim çünkü olumsuzluğa doğru daha ilerleyeceğimiz yol var galiba. Ne tutsa elinde kalan bir iktidar bu koşullarda pek öyle soğukkanlı davranamaz, hatta özellikle telaşlı, gözü kara işler yapabilir. Şu anda iktidar cephesini oluşturan güçlerin sözlerinde ya da davranışlarında insana güven veren bir tarz, bir yaklaşım görmüyorum.
Bir tek-adam var. Partisi belli ki birtakım rahatsızlıkların farkında; işlerin iyi gitmediği belli. “İşler” dediğimizde, Tayyip Erdoğan’ın elinin değmediği bir “iş” yok. Son seçimin yarattığı şaşkınlık ortamında Tayyip Erdoğan da sorumlulara “iş”ten el çektirileceğini söylüyor ama “sorumlu” kendisi değilse kim? Çevresi belli ki pek böyle düşünmüyor, çünkü bu çevreden Tayyip Erdoğan’a yönelen herhangi bir eleştiriye rastlanmıyor. Tersine, çevre önderin çevresinde kuruyor kendini, “safları sıkıştırıyor”.
Bu popülist siyasi hareketlerde sık sık gördüğümüz bir durumdur. Bunların dini ideoloji alanında hareket edenleri çerçevesinde de yapılanma pek değişmez.
Ancak, daha epey deneyim yaşayacağız. “Çekeceğimiz var,” diyebiliriz. Bu deneyimlerle olgunlaşacağız herhalde ve düze çıkacağız. Ama düze çıkana kadar çekeceğimiz var.