Kürt siyasal hareketinin yasal temsilcisi partilerin başından beri -herhalde en geç HADEP’ten beri- Yahudi ve özellikle Hıristiyan azınlıkların haklarının gaspına duyarlı olmasına ve onlara kendi safları içinde yönetici konumları da açmasına rağmen, zaman zaman “Bese Hozat Sendromu” diyebileceğimiz bir ruhsal düğümlenmenin tezahürleriyle karşılaşabiliyoruz. Belki hatırlanacaktır, KCK yöneticilerinden Hozat, on yıl önce bir demecinde şunları söylemişti:
Türkiye’de resmi devletin dışında bir de oluşan paralel devletler vardır. Mesela Fethullah Gülen cemaati paralel bir devlettir. İsrail lobisi, milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri paralel devlettir. Paralel devletlerin birbiriyle ortaklaştığı ciddi bir çıkar ilişkisi vardır (…) Özel harp dairesi ve JİTEM gibi güçler paralel devletin vurucu güçleridir, şimdi buna resmi kimlikli emniyet, polis ve yargı güçleri de eklenmiştir.Paralel devlet gladyo devletidir, NATO destekli cemaatin ve lobilerin illegal devlet örgütlenmesidir. Asıl amacı, Türkiye’nin demokratikleşmesini engellemektir. (Bianet, 24/01/2014)
HDP yönetimi buna aynı gün Eşbaşkanlar Ertuğrul Kürkçü ve Sabahat Tuncel imzalı bir açıklamayla cevap verdi:
“Ermeni, Asuri ve Süryani soykırımı, Rum tehcir ve sürgünleri ile Yahudi düşmanlığı mağdurlarının kayıplarının telafisi ve haklarının iadesi için de mücadele eden partimizin Ermeni, Rum, Yahudi, Çerkes, Pomak, Arap, Laz ve elbette Kürt ve Türk ve diğer halklardan üyeleri vardır. Öyle düşünüyoruz ki, bir asırdır süre giden resmi ve gayrı resmi inkar ve imhaya karşı mücadele halindeki Kürt halkının devrimci sözcüleri de, yaşadığımız coğrafyada halkların eşitliği ve kardeşliği düşüncesini ihya edecek, mücadele ortaklığını pekiştirecek bir söylemi tercih etmelidir.” (Bianet)
Bu son derece nezaketli, yoldaşça ve saygılı açıklamada, Yahudi ”unsurunun” (Türk solunda çok sık rastlandığı gibi) dışarda bırakılmamış olması takdire şayandır. Öte yandan. Ermeni, Yahudi ve Rum’dan söz etmek zorunda kaldığımız her bağlamda ne edip ne yapıp işin içine Laz, Çerkes ve Pomak (!) sözcüklerini de karıştırmamız size de biraz gülünç gelmiyor mu? Bizim bu ”evrenselcilik” veya ”kapsayıcılık” gösterimiz, meseleyi ciddiyetsizleşerek bir zorluktan ”sıvışma” refleksinin ifadesi olmasın sakın?
Sonra da Agos’ta Hozat’ın ”lobi” iddiasına ”açıklık getirmiş olduğunu” okuduk. Hozat ”Pomak’sız” açıklamasında Yahudilerin, Ermenilerin, Süryanilerin ve Rumların bu bölgenin sık sık soykırıma maruz kalmış kadim halklarından olduğunu söyledikten sonra, lobi derken kasdettiği şeyi belirtiyordu:
”Yani kasıt bellidir; kasıt, kapitalist güçlerle hareket eden, işbirlikçi kesimlerdir. Rantçı kesimlerdir. Halkların değerlerini sömüren, kendi çıkarı için iktidar çıkarı, ekonomik çıkarları için mücadele eden, çok fazla halkla, halklarla ilişkisi olmayan, alakası olmayan kapitalist sistemin parçası, taşıyıcısı haline gelen kesimlerdir. Bu kesimler, bütün kesimler içerisinde de vardır. Kürtlerde işbirlikçi kesimler yok mudur?” (Agos, 21/01/2014)
Bu cılız mantık bütün taraflara yeterli gelmiş olacak ki, kimsenin aklına ”Peki o zaman niye ilk demecinizde Kürt (ve Süryani) lobilerine değinmediniz de sadece öbür üçünden söz ettiniz?” diye sormak gelmedi ve yangın fazla yayılmadan söndürüldü. Ya da bana sönmüş göründü. – Ta ki, geçenlerde Yeni Yaşam gazetesinin ilgiyle ve çoğu zaman takdirle izlediğim yazarlarından Doğan Durgun’un şu notunu okuyana kadar:
Hitler’in, gün gelecek tüm Yahudileri öldürmedim diye bana küfredeceksiniz adlı bir sözü bulunmamaktadır. Aksine Hitler’i iktidara getiren Yahudi sermayesiydi. Almanya’da sermaye Yahudilerin elindeydi. 1930’ların başında iktidara aday iki güç vardı. Bunlar komünistler ve Hitler’in partisi Nasyonal Sosyalist Parti’ydi. Yahudi sermaye Hitler’i destekledi. Thysen, Krupp, Kirdoff ve Rotchilds ailesinin Amerika’da bulunan uzantılarına ait olan General Motors, Du Pond, Ford’un yanı sıra Yahudi petrol şirketi Standard Oil (Rockefeller Ailesi’nin şirketi) Hitler’e destek olan kuruluşlardan bazılarıydı. Daha ötesi toplama kamplarında kullanılan Zyklon B gazını Nazilere satan Farben de bir Yahudi şirketiydi. (Yeni Yaşam, 02/050/2024)
Neresinden başlamalı, belki sonundan. I. G. Farben bir Yahudi şirketi değil, bazı Yahudi çalışanları, yöneticileri ve hissedarları da olan dev bir kimya kombiniydi. 1933-36 yılları arasında bunların tamamı şirketten atıldı veya ABD ve Latin Amerika’daki ofislerine tayin edildiler; hisselerini de Almanlara devretmek zorunda bırakıldılar. Kurucularından Nobel ödüllü (1931) kimyacı Carl Bosch milliyetçi-muhafazakâr bir etnik Almandı. Bir başka etkili yönetici, August von Knieriem de bir Doğu Prusyalı Almandı; 1933’e yaklaşırken Hitler’i değil, büyük sermayenin büyük kısmı gibi Alfred Hugenberg’in Milliyetçi Partisini destekliyordu, Von Papen önderliğinde (Nazileri de içerip rejime bağlayacak) bir monarşist restorasyondan yanaydı. 1945’ten sonra uzunca bir süre hapis yattı. Almanya’da ne Bismarck döneminde sermaye Yahudilerin “elindeydi”, ne Wilhelm ne de Weimar döneminde. Krupp ve Thyssen de saf “Aryan” soylarından kuşku duyulamayacak köklü ailelerdi. İki grubun da Weimar Cumhuriyetine bağlı olduğu elbette söylenemez (İkisi de Hugenberg’in milliyetçilerine yakındı), ama Thyssen’den farklı olarak Krupp von Bohlen und Halbach 1933’ten sonra bir süre daha Hitler’den uzak duracaktı. Rothschild’lere gelince, kaderlerini tek bir devlete, üstelik antisemit bir devlete bağlayacak kadar enayi değillerdi ve NSDAP’ye yardım ettikleri belgelenmemiştir. Ağır sanayinin nerdeyse tamamı başından beri Aryanların emin ellerindeydi. Rockefeller ailesinin hiçbir Yahudi atası yoktu, tertemiz Alman ve İrlanda-İskoç ırmaklarından türemişlerdi. Henry Ford ise inançlı bir antisemitti. Yahudi sermayesi, tekstil-giyim, kimya ve mühendisliğin yanında, esas olarak Tietz ailesi (“Ka-De-We”) ve Wertheim Biraderler gibi perakendecilik (“kaufhof”) sektöründe yoğunlaşmıştı ve bağışlarını bütün parti ve akımlar arasında eşit dağıtmaya dikkat ediyordu. Yoksa Doğan Durgun rüşvet ve haracı aktif destek ve taraftarlıkla mı karıştırıyor?
Eklemek şart: 1930’ların başında iktidara aday iki değil üç buçuk güç vardı: Komünistlerin yanında ordunun da iktidar mücadelesinde Hitler’le rekabet ettiğini unutamayız. Franz Von Papen ve Kurt von Schleicher gibi asker kökenli antisemit milliyetçi aristokratlarda siyasal temsilcilerini bulan ordu, köylülüğün pasif desteğine de sahipti (Hugenberg aracılığıyla). Schleicher 1933 Kasımından sonra Hitler’le SA’lar arasındaki çekişmeyi kendi yararına kullanmaya çalıştı. Naziler bu tehlikeyi 1934’te “Uzun Bıçaklar Gecesinde” SA’larla birlikte Schleicher ve karısını da öldürerek savuşturabildiler. Ama orduda Nazi olmayanların ve güvenilmezlerin tasfiyesi ancak 1938’de, savaşın eşiğinde başlayabilecekti. Buçuk olarak da Sosyal Demokrasi: Komünistlerle ittifak kurmaları halinde 1932’de hâlâ muhafazakâr ve faşist cepheyi kendi dışkısında boğulmaya zorlayacak güçleri vardı. Ama ne onlar ne de Stalin-Thaelmann’ın kalın Komünistleri böyle bir ittifak istemediler. Ve kahramanca da avlandılar.
İmdi, 1960’lardan, hatta Nüremberg Mahkemelerinden itibaren “Nazizm, sermaye ve Yahudiler” bahsinde birikmiş muazzam literatürü bir yana bırakıyorum; ama Google’dan bile erişilebilecek bu basit verilere rağmen hâlâ “Hitler’i iktidara getiren Yahudilerdi” diye bir cümle kurmak, bırakın Kürt siyasi hareketinin Doğan Durgun gibi akıllı bir mensubunu, bizim Türkçü sola bile yakışmaz bence; Kemal Okuyan veya Kavel Alpaslan gibi görece genç kardeşlerimiz bile böyle zıpırlıklardan uzak durur. Ama gün sebze çorbası günü.