2 Temmuz - Çok Kötü Bir Şey
Tanıl Bora

2 Temmuz 1993'teki Sivas katliamının 2012'deki yıldönümü vesilesiyle, Mazlum-Der İzmir Şubesi'nin yayımladığı müstesna bir bildiri vardır. Şu sözlerle başlar: "2 Temmuz 1993 günü Sivas’a ateş düşmüş, 37 can ateşte kül olmuştu. Haberin bilgisi ve fotoğrafları aynı kıbleye yöneldiğimiz insanları gösteriyordu. Daha çok şefkat, daha çok merhamet, daha çok rahmet, dahası daha çok özgürlük ve hak diyen dinin insanları hınç ve öfke kesilerek Madımak’a saldırmış, otelin ateşe verilip içeride 37 canın ateş kesilmesine sebep olmuşlardı. Haberler böyleydi, fotoğraflarda bu vardı. Ateşin düştüğü yer olmuştuk biz de. Utanmıştık aynı kıbleye yöneldiğimiz kalabalıktan...  Biz Utanmıştık!"

"Sivas’ı kapkara bir şehir kılan bu duman bulutu biraz aralandığında," arkasından "Çorum’dan Maraş’a, 6-7 Eylül olaylarından 1915’lere kadar bir dizi katliamın fotoğrafı"nın da çıktığını söyler bildiri; "devletin o kara o derin yüzü sırıtıyordu fotoğrafın fonunda," der ve tekrarlar: "Biz Utanmıştık!"

"Utanmak lazımdı," diye devam eder bildiri: "Birilerinin kumpasında oyuncu olmak, başrolü kapmak utanılacak şeydi çünkü." Utanç ve özrün yokluğunun, "dindarların adını... koca bir ayıbın, katmerli bir günahın, zulmün yanına yazdırdığı" söylenir.

Bildiriyi kaleme alanlar, "Utancın daha koyu yakasında ise o talihsiz susmayı bile beceremeyenler"in olduğunu söylerler. Kendileri, onlar adına da utanmışlardır, "O gün utanmış olan bizler, utancımızı duyacak kulak bulamamıştık," derler. "Şu veya bu olamıyor, 'Sivas’ı yakan kalabalık' oluyor"lardır çünkü; "utançlarıyla kalmış," "Alevi canlar" karşısında "hep bir mahçubiyet" hissetmişlerdir.

Şimdi, 19 yıl sonra, “Bu ayıp, bu günah, bu zulüm bize ağır geliyor” dediklerini, "Alevi canlara" seslenerek, "bu ateşten beri olduğumuzu ilan ettiklerini" söylerler. Hükümete seslenerek,  "olayların gerçek faillerinin, azmettiricileri ve olayları önlemede ihmali bulunan devlet görevlilerinin" ortaya çıkarılmasını talep ederler.

Ama asıl, dindarlara seslenirler: "Ey bu ülkenin dindarları! Madımak’ın önünden çekilin, kurtarın kendinizi o kalabalıktan. Madımak’ın önünde ve 37 canın ateşinde sırıtan devletin arkasında durmaktan vazgeçin. Aynı kıbleye yöneldiğiniz kalabalığın oyuna nasıl açık oluşunu görün. Sorun kendinize; biz niye gaza geliyor, niçin başkalarının kirli oyunlarına malzeme oluyoruz? Başkasının ateşini yakmakta suçumuz yok mu? Niçin bizim gibi inanmayan, bizimle aynı dili konuşmayanlara canımızın sıkılmasına izin veriyor, öfkemizin hedefi kılıyoruz? Evet, oyundu, evet kumpastı, ama biz olmadan bu oyun ve kumpas oynanabilir miydi? Sorun kendinize ve sıyrılın kalabalıklardan!"

***

Uzun aktardım, çünkü bu utanma beyanı, bu özür, bu ülkede gerçekten istisnaidir. O linç güruhu içinde yer almamış, asla almayacak, o kalabalığı seferber eden siyasi-ideolojik tavrı asla paylaşmayan insanların; sadece "dindar" kimliğinin sorumluluğunu üstlenerek, utandıklarını söylemeleri, özür dileme gereği duymaları, istisnaidir. O müstechen "marjinal" sıfatını hak edecek kadar istisnaidir.

Ümit Kıvanç'ın Çok Kötü Bir Şey Oldu belgeselinde, böyle iki istisna daha yer alıyor. İlâhiyatçı İhsan Eliaçık, linççi kitlenin tekbir getirmesine parmağını basarak,  "dolduruşa gelmiş olsa bile... olaylarda dahli olmasa bile... 'Allahüekber' diyen, namaz kılan herkesin boynunda bir yük ve bir borçtur," diyor, bu olay için. Dönemin Refah Partisi milletvekili Mukadder Başeğmez, "pogrom" dediği Sivas katliamıyla ilgili şu sorumluluk taksimini yapıyor: "Bu halkın, bu milletin, bu kültürün mensubuyum. Benim sokağımda böyle bir şey oluyorsa ben suçluyum. Ben karşımdakini küçük görüyorsam, hor görüyorsam, düşman görüyorsam, ben suçluyum."

Sivas Madımak katliamını anlatan Çok Kötü Bir Şey Oldu'nun[1] dört saatlik iç dağlayıcı seyrinde bende derin iz bırakanlardan biri, bu: Utancın ve özrün yokluğunun yarattığı dehşet... En yakınlarını, en sevdiklerini kaybetmiş olanların, sokakta, orada burada, suçlu (kılıç artıkları!) gözüyle görüldüklerini fark etmelerinin yarattığı dehşet, birilerinin posta kutularına "Sıra sizde" notu bırakmasının yarattığı dehşet...  Kimsenin hiçbir şeyden pişmanlık duymamasının, kamusal, 'kurumsal' bir üzüntünün yokluğunun yarattığı dehşet... Orhangazi Ertekin'in belgeselde söylediği üzere, bu katliamın "herkese bir öksüzlük hissi vermesi," bundan.

Sonra, katliam mekânı olan otelin kebapçı yapılmasının dehşeti... Perize Doğan, yine başkaları adına utanırcasına, "Çocuklarımızın kanının üstüne et yediler," diyor belgeselde.

Dahası, katil zanlılarının, zerre pişmanlık hissetmek bir yana, "Sizi de yakacağız!" tehditleri savurmalarının dehşeti. (Belgeselde dinlediklerimizden Zafer Yörük, linç güruhunun "vecd" halini, "bir çeşit orji, dehşet orjisi" diye tanımlıyor.) Sivas katliamı davası, zaten başlı başına, felâketi en yalın haline sığdırarak sadeliğiyle bizi çarpan Çok Kötü Bir Şey Oldu sözünü hak eder. Mahkeme için, "o da ayrı bir yangındı," diyor birisi. Sanıkların yakınlarını kaybedenlere bakıp gülmeleri, "orospular" diye bağırmaları, "kötü kötü el işaretleri yapmaları" (yine başkası adına utanmanın yükünü taşıyan bir 'naiflik')... Mahkemenin sanıkları "şımartıp," yakınları katledilmiş olanları azarlaması, ağlıyorlar diye dışarıya atması... Hatice Ayrancı, "mahkeme yangınını" anlatırken, o zaman "bütün gelecekten ümidini kestiğini" boşuna söylemiyor.

***

2 Temmuz'da yakılanlardan Edibe Sulari'nin yeğeni Berrin Sulari, Sivas'ta katledilenlerin isimlerinin yazılı olduğu taşın, tahrip edileceği endişesiyle kaldırıldığını anlatıyor Çok Kötü Bir Şey Oldu'da.

Anmak, isimleri anmaktır. Bir isim, bir insandır. Olanın nasıl "çok kötü bir şey" olduğu, isimlerle oturur havsalamıza.   Her isim bir can, her isim bir hayat, her isim bir hatıra.

Oysa kitlesel katliamları genellikle rakamlarla anıyoruz. Büsbütün anlaşılmaz bir şey değil, elbette. Goethe ne demiş: "isim, ses ve dumandır"  - geçer gider yani. Thomas Mann da, "İsim, varlığın ve ruhun bir parçasıdır," demiş ama. Bu iki ulu yazarın bu zıt sözlerini, 2016'da, geçmişle hesaplaşmanın anayasal bir kurucu işlev gördüğü Federal Almanya'da, anma kültürüyle ilgili bir uzmanlar konferansının raporunda zikretmişlerdi.  Konferansın adı: "Kurbanlara bir isim vermek" idi; "sergilerde, anma kitaplarında ve veri bankalarında Nazi kurbanlarının isimlerini kamusal olarak anma" gereğini görüşmek üzere üzere toplanmıştı. Bilhassa toplama kamplarında tutsakların bir numarayla anılmış olması karşısında, kurbanların isimlerini anmanın, açık bir sembolik, ahlaki ve politik anlamı vardı. Konferansta kullanılan ifadeyle rakamları isme çevirmenin, sembolik, ahlaki ve politik bir anlamı vardır.

***

Çok Kötü Bir Şey Oldu'nun bana çok tesir eden bir yanı da, işte bu. Rakamları isme çevirmeye verdiği emek, ayırdığı zaman... Filmin uzunluğunun (dört buçuk saat) sebebi, esasen bu: "33" diye, "33 can" diye, "33 yazar, ozan, düşünür " diye anılanları, tek tek, isme, resme, karaktere, hikâyeye, hatıraya çevirmesi.

"Herkesin evinde çiçek kururdu, onun evinde kurumazdı" diye hatırlanan bir ablanın hatırası... Sevinçlerin, sevinç duyma kabiliyetinin hatırası: "Günlük yaşadığı olayları öyle bir anlatırdı ki fıkradan daha komik..." Dışarıdan soğuk bir izlenim verdiği için, sosyalleşmek amacıyla derneğe giden Serpil'in hatırası... Gençlerbirliği altyapısında futbol oynamış Murat Gündüz'ün hatırası...

Rakamlar isme çevrilince, bir başka rakam serisi dökülüyor önümüze. 11'i, 20'lerindeydi katledilen insanların; 7'si 18-20 yaşlarında, 4'ü 18 yaşından küçüktü. (Ölen iki otel çalışanı da 21 yaşındaydı.) Rakamları isme ve söze çevirelim yine... Çok Kötü Bir Şey Oldu'da Ahmet Özyurt'un dayısı nasıl diyor: "18 yaşındaydı... Hayatı tanımadan... anlatacak bir şeyi yok ki çocuğun... Çocuk... Bunlar çocuktu, çocuk.." Gülsün Karababa'nın kız kardeşi nasıl diyor: "Çok özel bir şey yaşayamadılar ki, çok gençlerdi. Hayallerindeki bir dünyayla, bu dünyadan alındılar..."

***

Her bir insan da, kendi içinde damar damar. Her insan, bir çiçek dürbünü. Her hayat, birçok hayat, birçok ilişki... "Her kim bir insanı öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir," denmiş, değil mi?

Çok Kötü Bir Şey Oldu'da Uğur Kaynar'ın kızı, Elif Kaynar Yavuz, nasıl diyor: "Birini öldürdüğünüz zaman etrafındaki insanlar da ölüyor." Rakamlar isme çevrilince, bunu da çok açık seçik görüyorsunuz.

Daha nasıl söylenir; çok kötü bir şey...


[1] Bir dizi gösterimi yapılan belgesel, 29 Haziran'da İstanbul Cemal Reşit Rey'de, 7 Temmuz’da Diyarbakır’da gösterilecek, 2 Temmuz Avrupa'da birçok şehirde gösterime girecek.

Ümit Kıvanç'ın belgesel hakkında bir söyleşisi