Bugün iki haftada bir Birikim’e yazdığım yazının sırası gelmiş olarak oturmuş “Ne yazsam?” diye düşünürken Avrupa’da iki önemli seçim (biri Avrupa Parlamentosu seçimi) oldu, sürüyor. Fransa’da ve Almanya’da sıradan sağcılığı aşan, faşizan ya da doğrudan doğruya faşist ögelerle süslenmiş ideolojileri savunan siyasi yapılar seçimi kazanmaya en yakın yapılar olarak görünüyor. “Fransa ve Almanya” deyince bir durup düşünmek gerek: bunu söyleyince sadece iki Avrupa ülkesinin adını söylemiş olmuyoruz; Avrupa’nın belkemiğini adlandırmış oluyoruz. Örneğin, Almanya ve Fransa benimseyip kolları sıvamasa “Avrupa Birliği” gibi bir yapı oluşmazdı. Dolayısıyla şimdi bu iki ülkede bayağı “aşırı” sayılacak bir sağ siyasi ideoloji ile “mücehhez” partilerin seçim kazanma aşamasında olmaları hafife alınacak bir durum değil. Şu anda Avrupa Birliği içinde yer alan Polonya veya Macaristan gibi ciddi sağcı iktidarları seçen ülkeler var; var ama “Fransa-Almanya” blokunun yanında onlar “garnitür” olarak kalır. Bu blok bütün Avrupa’nın geleceğine ilişkin bir haber veriyor olabilir.
Gerek Almanya, gerekse Fransa demokrasi alanında Avrupa’nın örnek ülkeleri olmuşlardır, ama tarihlerinin belirli kısımlarında anti-demokratik siyaset konusunda öncü rol oynadıklarını da unutmayalım (hele Almanya!). Fransa’yı “demokrasinin beşiği” olarak görmeye alışmışızdır: koca Fransız Devrimi! Siyaset sözlüğümüzün pek çok kavramı o büyük olay içinde biçimlenmiş. Ama Vichy hükümetini kuranlar da Fransızlar; Devrim’in getirdiği kurumlara karşı çeşitli “restorasyonlar”ı gerçekleştirenler de onlar. Monarşist partileri de var.
Almanya ise İkinci Dünya Savaşı’ndan yaralı bereli çıkıncaya kadar demokratik yönetim görmedi. Kalın “sabıka” defterine rağmen savaştan bu yana gerçekleştirdiği dönüşüme büyük saygı duyuyorum, ama demokrasinin sesi çok gür çıkıyor olsa da “emperyal Almanya” rüyası görmeye devam edeceklerin olması herhalde büsbütün beklenmeyecek bir şey değildi. Şimdi onlar da zoraki suskunluk dönemlerinin öcünü alıyor.
Bu dönemde Avrupa’da dallanıp budaklanan sağcılığın başlıca cephanesi göç sorunu: yoksul toplumların insanlarının zengin Batı ülkelerinde yaşama kararlılığı. Batı’nın refahını kendi kullanma kararlılığı da bunun antitezi olarak büyüdüğü izlenimini vermeye çalışıyor. Ama bu “çağdaş” sağcılığın tek kusurunun bundan ibaret olduğuna inanamayız herhalde. Le Pen hareketinin, “Alternatif” hareketinin dört başı mamur faşizm yapısına dönüşmeleri çok fazla çaba göstermeden sağlanabilir.
Britanya!.. Her zaman Avrupa geneline aykırı bir yol bulup izleyen Britanya! Gene bu geleneksel davranışına uygun bir iş yaptı. Ama “geleneksel” dediğimizde anlaşılacak şey, Britanya’nın sağdan şaşmamakta kararlılığıydı — Avrupa Birliği konusunda gösterdiği gibi. Oysa şimdi Labour’ı başa getirerek kuralı bozdu. Nasıl oldu bu?
Bence Britanya Tory’lerinden kolay kolay vazgeçemez. Muhafazakarlar’a göre bazı işler “pis işlerdir” ama ne yazık ki zorunludur. Böyle bir durum oluşmuşsa İşçi Partisi’ne iktidar kapısını açarlar. Gene öyle oluyor sanırım. “Sizi seçtik ama bu ‘izdivaç’ değil, nişanlılık. Beğenmezsek yollarız evinize” diyorlar.
Ama ilginç bir durum: Avrupa denince akla gelecek üç ülkede böyle bir yapı biçimlendi. Popülizm artı faşizm önümüzdeki dönemin eski-yeni siyasi modeli olmaya aday. Andığım göç sorunu hepsi çok çok ciddi sorunlarla eklemlenmiş olarak karşımıza dikiliyor. Eşitsizlik, sermayenin küstahlığı, temsili demokrasinin çaresizliği hepsi üstüste. Ne diyeyim? Allah yardımcımız olsun!