Sol Kibir Üzerine
Erdoğan Özmen

“…sınıfıma sanki aradığı her şey oradaymış gibi gülümseyerek, hevesle giriyordu; sanki oradan kimsenin ona asla veremeyeceği kadar çok şey almayı bekliyordu. Ve sanki her şeyi vermeye hazırdı.”

Alexandre Seurat, Sakar[1]

Günümüzün en kahredici olayı küresel tüketim kapitalizminin aşılması imkansız bir gerçeklik olarak görülmesidir belki de. Bütün eşitsizlikleri hiç olmadığı kadar derinleştiren, yeni ve çeşitli yoksulluk ve çaresizlik biçimlerini üreten ve genelleştiren bu sistemi içinden çıkılması imkansız ve sonsuz bir kısır döngü olarak tahayyül etmemizdir.

Belki de bundan daha fazla ümit ve şevk kırıcı olan şey ise, solun böylesi bir ortamda bu denli güçsüz, biçare ve zavallı halde oluşudur. Zaten bu ikisi iç içe, biri diğerinin koşulu olarak var oluyor değil midir? Çeşitli ırkçı, faşist, dinci hareket ve partilerin, demek belli bir düzeyde insanlığın paylaştığı ortak insanlık zeminini yadsıyan ve/ya da yok sayan çeşitli sapkınlık biçimlerinin yükselişi de aynı tablonun diğer tamamlayıcı unsurudur.

En önemli soru ve mesele budur bugün demek ki: bu koşullarda sol niçin böylesine etkisiz ve güçsüzdür? Tam da böyle bir zamanda sözünü, söylemini, sloganlarını kaybetmiş olmasının sebepleri nelerdir? Sesi neden hiçbir karşılık bulmaz, hiçbir yere ulaşmaz olmuştur? Sol parti ve hareketlerin insanlarla bağ ve ilişki kurma kapasiteleri niçin böylesine gerilemiş, daralmıştır? Solun/solcuların konuşma ve gündemleri niçin hiçbir ilgi ve merak uyandırmamaktadır?  En nihayetinde derin bir apati/kayıtsızlık haline varan, politikaya tam bir ilgisizlik biçimine bürünen şimdiki umutsuzluk ve karamsarlık havasını yumuşatacak, giderek tersine çevirecek heyecanı yaratma becerisini bile kaybetmiş olmak ne üzücü! Önce gönüllere dokunmaktan, ümitli ve coşkulu bekleyişlere vesile olmaktan düşmüş, uzaklaşmış bir sol zaten ölü sayılmaz mı? Herşeyi en baştan düşünmemiz gereken noktadayız çoktandır.    

Tüm bunlar daha temel bir soruyla bağlantılı belki de: Bizzat sol hareket ve partilerin kendileri, başka türlü bir gelecek ve başka bir dünya/hayat tasavvurlarına, kendi iddia ve ideallerine inanmayı hala sürdürüyorlar mı?

Başka sebepler yanında sol kibir diye adlandırabileceğimiz bir halet-i ruhiyeden/tutumdan/ruhsal ve davranışsal patolojiden söz açmalıyız bence. Solun ilişki ve bağ kuramıyor oluşunun, bu beceriksizlik ve yetersizliğinin bizzat ilişkilerini yapılandıran/belirleyen/sürükleyen şeyle ilişkisini mesele etmeliyiz asıl. Kendi ilişki kurma biçimine hükmeden, ahlakçılık ve/ya da ahlaki üstünlük kisvesine bürünmüş kibri konuşmalıyız. Hakikatin bilgisine eksiksiz biçimde sahip olduğu inancında ve varolan toplumsal/maddi gerçekliği o bilgiyle uyumlu hale getirmek üzere hiçbir engel ve sınır tanımama tavrında dile gelen tuhaf bir tatmin, bir tür kendini tatmin hali bu. O esnada, yani söz konusu inancın ve katılığın, kendini beğenmiş, dışlayıcı ve küçümseyici ahlakçılığın, başkalarını utandırmaya ve itham etmeye daima hazır yargıç konumunun edimselleştiği, eyleme döküldüğü tüm bu süreç boyunca somut bireylerin maruz kalabileceği türlü zorluk, yoksunluk ve acının ne adı anılır ne kaydı tutulur artık.

Soyut, mutlak, önceden saptanmış ve idealize edilmiş bir hakikat kavramını/bilgisini muhafaza etmek uğruna/adına somut insanların sıradan hayatlarının, küçük küçük çabalarının, zayıflık ve tereddütlerinin, endişe ve korkularının hiç umursanmadığı bir konuma yerleşivermek bu. Ve mütemadiyen oradan konuşmak; sola haksız biçimde yöneltilen ve yer yer karşılık bulan “tuzu kuruluk”, “seçkincilik”, “halktan kopukluk” suçlamaları bu arkaplan sayesinde var ve mümkün oluyor belki de. Başkalarıyla bağ kurmanın temel koşulunu, tam bir açıklık ve tarafsızlıkla, kendindeki eksiklik ve yetersizliklerle yüzleşmek ve onlara tahammül etmekle derinleşen bir alçakgönüllülük ve nezaketle, demek hiçbir ahlaki üstünlük/ahlakçılık ayartısına kapılmadan davranmakta görmek, aynı zamanda hakiki bir etik tavır ve konumun keşfi ve inşası için de şart değil midir? Ötekinin/ötekilerin kendi kapasite, imkan ve araçlarına; hissetme, algılama ve anlamlandırma dünyalarına ve becerilerine tam bir saygıyla yaklaşmak anlamına gelen bir etik için.

Bir gelecek ufkuna ve hayaline sahip olmak ve bu benzersiz imkan ve ayrıcalık sayesinde/aracılığıyla şimdiki zamanı düşünmek ve anlamlı kılmak ile önceden tasarlanmış bazı hedef ve amaçlara kaskatı biçimde yapışmak ve ne pahasına olursa olsun sadece onları gözetmek arasındaki farkı yeterince göremiyor ve takdir edemiyoruz belki de. O hedef ve amaçlar, onları herşeyi tarttığımız norm ve ölçüler halinde dondurduğumuz oranda hem hayatın karmaşıklığı ve zenginliğini ıskalamamıza hem de bir zorba ve kaba bir tavrın araçlarına dönüşüp her türlü sınırı ihlal ettiğimiz bir bağnazlığa ve fanatizme yol açmıyor mu? Bunun diğer yüzünde de her an ortalığa saçılmayı bekleyen o yaygın ve bildik mağduriyet duygusu yok mu?

***

Israrla belli bir ilişki ve iletişim tarzını sürdürmek, yetersiz/eksik gördüğü insanlara “aydınlanmış ve üstün bilinç” vehmiyle seslenerek bağ kurmayı dayatmak, onların belli bir ideal uyarınca olması gerektiği gibi değil de olabildiğince/olduğu kadar ilişki ve bağ kurma kapasitesine ve şevkine/hevesine/içtenliğine inanmayı ve hürmeti yok sayan bu çoktan tesis edilmiş karşıtlık, her türlü bağ ve ilişkiyi en baştan yıkmak ve yadsımak değil midir?

Psikanalist W. R. Bion “Kibir Üzerine” makalesinde şöyle yazar:

“Kibir terimine yüklemek istediğim anlam, yaşam dürtülerinin ağır bastığı kişilikte gururun özsaygı haline geldiği, ölüm dürtülerinin ağır bastığı kişilikteyse gururun kibir haline geldiği varsayımı üzerinden gösterilebilir.”[2]

Bion’a göre gerçeğin ne pahasına olursa olsun bilinebileceğini düşünmek demek olan kibir, Oidipus mitinin de temel temasıdır:

 “…Oidipus mitosunu farklı bir açıdan, cinsel cürmü hikayenin dış çemberini oluşturan bir öğe olarak gören, hikayenin merkezineyse her ne pahasına olursa olsun hakikati gün ışığına çıkartmaya ant içen Oidipus’un kibrini yerleştiren bir bakış açısından anlatacağım.”[3]

Sınırlarını tanıma, bilme, fark etme uyarısıdır bu. Kendi kavrayış gücünün, bilme, anlama ve yorumlama kapasitesinin sınır ve yetersizliklerinin farkında olma çağrısı.

Civitarese’nin Bion’un makalesi üzerine yazdığı; “Dolayısıyla burada ele aldığımız ‘kibrin’ (ne Bion ne de herhangi bir başkasının) karakter özelliğiyle (en azından doğrudan) hiçbir şekilde ilgisi olmadığını, ancak, belirli bir epistemolojik tutum ve mesela bir pozitivist hakikat mevhumu gibi, ‘ne pahasına olursa olsun’ elde edileceği düşünülen bir hakikat kavramıyla bağlantılı bir bakım ‘etiği’ ile ilgili olduğunu yineliyorum”[4] uyarısını dikkate alarak söylesek bile, kendi sınır, yetersizlik ve başarısızlıklarınla yüzleşme cesareti için güçlü bir davet vardır Bion’da.

Nitekim Civitarese daha sonra şunları yazar:

“Bion’un tüm eserleri arasında, genellikle bilinçdışının cehennemvari ya da hapishane benzeri ruhsal düzeneklerine benzerlikle gizeme büründürülen psikanalizde ‘ahlakçılık’ eleştirisini bu denli açık ve yıpratıcı olarak ifade ettiği başka bir bölüm var mıdır bilmiyorum: Bilinçdışından bilinçli olana tercüme etmek, hastanın benliğinin ‘sağlıklı’ parçasıyla ittifak kurmak ve delilik yüzünden ‘hasta ve meslektaşlarını küçük görmek’: Bunun nedeni, analistlerin diğer insanlardan daha kötü olmaları değil, tam da insan ve bunun neticesinde kırılgan ve korkmuş olmalarıdır. Temelde bu epistemolojik bir konu olup, karakterle ilişkili değildir, ancak ilki sonrakine giden yolu açabilir.”[5]

Sol kibir de benzer biçimde epistemolojik bir çerçevenin, teorik/politik bir vasatın ürünü değil midir zaten?

Sol zihniyet ve siyasetin temeline soyut/yüce/teorik ideal, amaç, hedefler yerine belli bir ilişki tarzını yerleştirme önerisi benimkisi. Düşünme çerçevesi ve referanslarımızı daha temel, daha sıradan, daha kökensel/ilkel bir düzeyde aramamız ve oluşturmamızın sağlayacağı fayda ve olanakları merak etmek.  Eşitlik ve özgürlüğü bir arada, birlikte düşünen, dahası eşitliği özgürlüğün koşulu sayan sol siyasal tavrın mevcut eşitsizlik ve güç ilişkileri sistemini yeniden ve zahmetsizce üreten verili ilişki biçimlerine/kalıplarına böylesine kolayca kapılması ve yerleşmesinin uygunsuzluğuna ve sakıncalarına dikkat çekmek. Sol kibir de dahil olmak üzere sayısız teorik/politik garabet ve tuhaflık bu pratik/gündelik/ilişkisel matrisin ürünü çünkü.   

Ötekilerle/diğerleriyle/başkalarıyla ilişki ve iletişimlerimizde,  “biz-onlar” karşıtlığını fuzuli hale getirerek, önemsizleştirerek aşmamızı sağlayacak bir biçimde zorunlu, yapısal, birbirini tamamlayan karşıtlıkları içererek dönüştüren üçüncü konumlar/alanlar yaratmak… Belki de en radikal/devrimci tavır ve kopuş budur. Söz, konuşma ve eylemliliklerimizde zalim-mazlum, fail-mağdur, hükmeden-tabi olan, aktif-pasif, ezen-ezilen gibi ikili ilişki ve karşıtlıkların temel mantığını ve yapısını iptal edecek, geçersiz kılacak -üçüncü- zeminler, unsurlar yaratmanın imkan, araç ve usulleri üzerine daha çok, tekrar tekrar düşünmek.       


[1] Alexandre Seurat, Sakar, çev. Nesrin Demiryontan, Metis, 2023, s. 11.

[2] W.R.Bion, Tereddütlü Düşünceler, çev. Nilüfer Erdem, Metis, 2017, s. 111.

[3] A.g.e., s. 111

[4] G. Civitarese, Yorumun Sınırları; Bion’un “Kibir Üzerine” Makalesinin Bir Okuması, Çev: Aslı Kuruoğlu, Uluslararası Psikanaliz Yıllığı 2022, S: 153-181

[5] A.g.y.