Nihal Atsız’ı, Türkçülüğün ikonik ideologu olarak bilirsiniz. Atsız’ın kitapları, zaten Türkçülük literatürünün istikrarlı kaynağı olan Ötüken Neşriyat’tan yayımlanır. Ötüken Neşriyat’tan, Atsız’ın fikriyatı üzerine yeni bir inceleme daha yayımlandı: Atsız ve Irkçılık.[1] Yazarı Mehmet Kaan Çalen, milliyetçi ve Türkçü düşünce tarihi üzerine incelemeleriyle bilinen, bu mesaiyi kendine bir uzmanlık sahası edinme saikiyle değil, tutku ve angajmanla yürüten bir akademisyendir.
Bu olağan eşleşmelerin berisinde kitabı ilgiye değer kılan, ırkçılığın –“eleştirisi” denmez–, açık ve nazik bir reddiyesi olmasıdır. Nazik sıfatını, hem sözlükteki karşılıklarından biri olan “rafineliğini” belirtmek için kullanıyorum; hem de sıfatın yaygın gündelik anlamıyla, ırkçılığını ‘teşhir’ ve red ettiği Hüseyin Nihal Atsız’a sevgiyle, şefkatle yaklaşmasını nitelemek için.
Çalen, Eleştirel Notlar alt başlığıyla anons ettiği niyetini, “Atsız’ı özgürleştirmek” diye tanımlamış. Kastettiği, neticede Atsız’ı ideologluk ve fikrî önderlik mevkiinden azat etmek, “Atsız Ata” ikonuyla vedalaşmaktır. Aslında, Atsız’dan özgürleşme... Özgürleşmiş ya da kendisinden özgürleşilmiş bir Atsız’dan geriye ne kalır? Çalen’in yazdıklarından anlaşılan, dikliği, cesareti, tek parti iktidarına meydan okuması kalır – ve muhakkak, ülkücü-milliyetçi-Türkçü kuşakların siyasî sosyalleşmesindeki hatırası kalır. Tarih çalışmalarının ve kalem ustalığının kalacağını düşünenler de çıkacaktır. Çalen böylece, Atsız’ın şahsiyetindeki, –siyasî kişiliğine ters–, duyarlılığın, nüktedanlığın da yüzeye çıkacağına inanmak ister.
***
Atsız ve Irkçılık kitabı, özetle, Atsız’ın şeksiz şüphesiz bir ırkçı olduğunu söylüyor ve ırkçılığın bizzat milliyetçilik için -devlet diliyle söyleyelim- ‘zararlı ideoloji’ olduğunu savunuyor.
Çalen’in bu analizinde öncelikle milliyetçi cenahta Atsız’ın ırkçı olmadığını veya zamanla ırkçılıktan uzaklaştığını anlatan “tevil” veya aklama literatürünü boşa çıkarıyor. Bu ‘izahların’ çoğu kez ırkçılığı yeniden ürettiğini gösteriyor. (Bu arada, ırkçılığın da “dışarıdan gelmiş” yani ‘yabancı’ bir ideoloji olduğunu kaydediyor geçerken.)
Atsız’ın siyasî meşrebini tanımlayan “aşırılığın,” aslında pekâlâ fikrî etkileşim içinde olduğu resmî-Kemalist Türkçülükle rekabetinden ötürü de tırmandığını da isabetle not ediyor Çalen. Seçkinler zümresinden dışlanmasının biriktirdiği hıncın ve seçkinler arası/içi mücadelenin, Atsız’ın aşırılığına vites attırdığı kanısında.
***
Ardından, Atsız’ın ‘düz’ biyolojik ırkçı olduğunu geniş geniş, ayrıntısıyla anlatıyor. Bu nedenle asimilasyona kesinlikle karşıdır, “gönüllü bir Türkleşmeye bile” imkân bırakmıyordur. Çalen’e göre Atsız’ın kancı ırkçılığı, “insanların kanlarının oyuncağı olduğu” bir otomatizme varmıştır. Atsız “ırksal bir determinizmle bir metatarih kurmuş,” tarihçiliği “düşman tanıma sanatı”na indirgemiştir. Bu zihniyet dünyasında, bir üst-bilim mevkiindeki, siyaset ikamesi niteliğindeki militarizmin kazandığı merkezî konumu, Çalen, “Millet için savaştan, savaş için millet noktasına gelir adeta” paradoksuyla tespit eder.
Irkçılığın solipsist diyeceğim, yani kendinden-ibaret, kendine kapanık, -Arendt’le selâmlaşalım-, dünyasız evrenini tarif eden bir cümlesini aktaracağım Çalen’in: “Türk ve öteki birbirine tercüme edilemez kültürel dünyalar içinde konumlanmışlardır; birbirlerini bu yalıtılmış dünyalar içerisinde görebildikleri için gerçek bir iletişimin, bir diyaloğun olmadığı anlamsız bir bölgede, saçmanın alanında karşılaşırlar.”
***
Çalen, Atsız’ın tutarsızlıklarına işaret ederken, bunların ırkçı ideolojinin bünyevî tutarsızlıkları olduğunu da vurguluyor. Bu tutarsızlıkların, çelişkilerin en azametlisi: Türklüğe atfedilen azametli ırksal üstünlüğe karşılık, Türk milletinin “bütün Türk tarihi boyunca defalarca bozulabilen kırılgan bir ahlâk” yapısına sahip, bunun için hep yozlaşmaya açık, sürekli ‘sapıtma’ tehdidi altında, “bir tür “çocuk millet” gibi resmedilmesidir. “Atsız’ın Türk milletinde gözlemlediği ahlâkî manzara ve ortalama insan kalitesi,” alabildiğine methettiği, mistikleştirdiği “ırkî seciye ile pek bağdaşacak gibi değildir,” der Mehmet Kaan Çalen. Devamla: “Türk milletinin asaletinden, ortalama Türk’e düşen pay yok denecek kadar azdır.” Çocuk millet imgesini kemale erdiren şu cümleyi de, -yeni Türkçe ifadeyle-, ‘bırakıyorum’: “Üç bin yaşında ama çocuk kalmış, üç bin yıldır uykuda olan, hafızasız, tarih şuuru olmayan, kendisi için neyin iyi olduğuna karar veremeyen, sürekli gözetim ve denetim altında tutulması gereken, sert yasalarla insan kılınması elzem olan, erdemlerini ortaya çıkarabilmek için şeflerin demir iradesine muhtaç olan bir ırkın ırkçısıdır [Atsız].”
***
Gerek ‘reel’ Türklerin haliyle, gerekse “seçkinler cemaati olması gereken Türkçüler”in haliyle ilgili hayal kırıklığından ötürü, -tıpkı Ruh Adam romanındaki kahramanı Selim Pusat gibi-, bir “mutsuz Türk” olan Atsız, Çalen’e göre bir tür kaçış ideolojisinin ideologudur. Halihazır milletin güdüklüğünden, Türkçülüğün, ırkçılığın azametine kaçıyordur.
Güdük sıfatını Çalen, Atsız’ın kültür anlayışını tanımlarken kullanıyor; yanı sıra onun toplumu kavrayışını da “çok yüzeysel” biliyor, somut toplumsal sorunlarla hiç ilgilenmediğini yazıyor. “Türk milliyetçiliğinin toplumsal tahayyül konusunda Gökalp’ten Atsız’a yaşadığı büyük irtifa kaybı”na üzülüyor.
Irkçılığın toptancı, mutlakçı, tümdengelimci, otomatik-determinist zihniyet evreninde, somut millete bakmak, onun hal-i pür melâlini anlamaya çalışmak, zaten lâzım değildir. Atsız, ilâveten, göz ucuyla baktığı kadarıyla gördüğü milletin halinden hiç hoşlanmıyordu. Çalen, onun “milletsiz, insansız milliyetçiliğinin” kaynağını burada görür. “Irkçılığın belki de en önemli işlevi[nin], geçmişle mutlu edip gelecek için ümit besletebilmesinde” olduğunu söyler. “Bugünün önemsizleşmesi” pahasına yapar bunu. Böylece, “Milleti olmayan bu tarz bir milliyetçilik zorunlu olarak bir kaçışa dönüşür: bugünden geçmişe, toplumdan yalnızlığa, vasattan seçkine.”
Çalen’in bu yorumuna, Atsız’ın candan nefret ettiği –düelloya davet ettiği– Sabahattin Ali’nin, zamanında Türkçülere yönelttiği, “asıl milleti sevmek, onun refahı için çalışmak, onun haklarını müdafaa etmek” sözlerine şahit göstermesi de, kuşkusuz en selim manâsıyla ‘manidardır.’
***
Kitabın başında ve sonunda Çalen, şu meşhur “seküler yeni milliyetçiliğin” Atsız’la gönül yakınlıklarına işaret ediyor. Girişte, “Kentlileşme, sekülerleşme, geleneksel değerlerden kopuş, yabancılaşma, seçkinci eğilimler, giderek büyüyen anti-İslamcılık, sertleşen siyasi iklim, mültecilerden kaynaklanan sorunlar”ın, Atsızcılığı beslediğini belirtiyor. Sonuçta da, “yabancılaşma ve seçkinciliğin, son yıllarda yükseldiği ifade edilen kentli ve seküler milliyetçilikte ve onun belirgin bir yüzü olan Atsızcılıkta da baskın bir nitelik olduğunu” kaydediyor. Ekleyelim: illâ Atsız’ın metinlerini hıfzetmiş olmaları gerekmez, alıntılarını kapışıyorlar; önemli olan, onunla aynı dalga boyunda gezmeleri. Kitabın okuru karşılar ve uğurlarken dikkat çektiği bu nokta, başlıbaşına ilgilenmeyi hak ediyor.
***
Mehmet Kaan Çalen’in, ırkçılığın milliyetçilik zaviyesinden güçlü bir teorik temellendirmeyle reddiyesinin müstesna örneği olan kitabındaki meramını, şu cümlesinden süzebiliriz: “Milleti oluşturan insanları sevmeden millet denen bütünü sevmek gibi bir çelişki; milliyetçiliği realiteden, güncelde, günlük hayattan, insanlardan, somut milletten kaçıp soyut ve tarih dışı bir milletin büyülü, otantik, saf, temiz geçmişine iltica etmeye zorlar.”
Bu cümlede ve kitapta tarif edilen, ırkçılığın, bir tür nihilizme varması çok kolay olan gerçeklik inkârıdır. Evet, bir tür dünyasızlığıdır; ortak referansların yokluğunda, sözün ve eylemin tarihin-dünyanın-hayatın akışıyla ve örgüsüyle bağının olmamasıdır, kalmamasıdır. Kavramın bir mahrumiyeti ve mağduriyeti anlatan (Arendtçi) özgün bağlamından farklı olarak, ırkçılık, paradoksal (nihilist) bir söz ve eylemle, dünyasızlığı kurar ve dünyasız bir dünyayı yeniden üretir.
***
Herhalde Çalen’le anlaşamayacağımız soru, ırkçılıktan –nispeten, diyelim!– azâde bir milliyetçiliğin de, bu zaaftan ne derece masun kalabildiği, kalabileceği sorusudur.
Milletinin halihazır durumundan (toplumdan, halktan) memnun olmayan milliyetçiler için, Atsız gibi geçmişin ve ülküsel millet’in hamasetine kaçma ‘seçeneğinin’ öteki ucunda; halihazır milleti kusurlarıyla sevmenin, hatta o kusurlara, “düzlüğüne yokuşuna… heybelerin nakışına” coşkusuyla âşık olmanın kutbu duruyor. Bu iki kutup arasında, milliyetçiliğin, ‘reel’ milletle (toplumla, halkla) onu ‘tanıyarak,’ yani gerçekliğini, gerçekliklerini bilip kabul ederek, ‘yapıcı’ bir eleştirel ilişki kurmasının imkânı? Ona, “yurtseverlik” deniyor –vukuundan ziyade şüyuunu biliyoruz.
[1] Aşağıda bu kitaptan çift tırnak içine alarak yaptığım alıntıları aktarırken, göz yormamak için sayfa numarası vermedim. Tek tırnaklar, benim vurgularımdır.