Arzulayan bir varlık olarak ortaya çıkmak, arzulamaya başlamak aynı zamanda anlam yaratmaya, anlamlı bağlar ve ilişkiler kurmaya başlamaktır. Arzulamak ile, anlamlandırma süreci denen şeyin özne tarafından -kendinin de belli bir anlam alanında ortaya çıktığının bilgisi/sezgisi/bilinci eşliğinde- başlatılması eşzamanlı, örtüşen, dahası özdeş süreçlerdir belki de. İnsanın gerçek yolculuğunun, kendine/kendi için başlamasının anı/yeri. Birtakım verili olanakların, potansiyellerin ve yatkınlıkların düzensiz karmaşasından, demek neredeyse bir hiçlik/yokluk zemininden hareketle kendini yaratmaya koyulmasının momenti.
Başlangıçta dilin mutlak yeri, kaynağı, vücut bulması, dile gelmesi olarak anne, bizi söz/anlam yokluğunun ve çığlığın dehşetinden ve uçurumundan sakınmak üzere oradadır sanki, tam olması gerektiği yerde. Çocuğun gözünde sözün/dilin, anlamın gerçekleştiği, bütün yanıtlara sahip makam/konum olarak anne. Çocuk parçalı, dağınık, ham, çıplak ve dolaysız onca deneyim seli karşısında çaresizlik ve acı içindeyken, uygun kelimeleri bulmak, gerekli çerçeveleri sağlamak üzere yüz sürülen biricik muhatap. Bu yüzden, Lacan için insan öznesinin gelişiminde annenin yeri o kadar merkezidir ki, bir yandan da anne Şey (Thing) ile, anlamlandırmadan/simgeleştirmeden kaçan Gerçek ile, arzuya neden olan, arzuyu ortaya çıkaran ‘kayıp’ nesne olarak işleyen/işlev gören anlamlandırılanın ötesi ile bir ve eşdeğerdedir. Tekrar tekrar yeniden bulunması gereken kayıp nesne, tarih-öncesi ve unutulmaz Öteki olarak Şey. Daha sonra yerini küçük a nesnesine (objet petit a) bırakacaktır. En temel insan tutkularının nedeni olarak Şey, arzunun nedeni olarak görülen nesne a ile yer değiştirecektir. Şey’den kopmak, uzaklaşmak söz konusudur demek ki ve bu insanın en zorlu ödevi, en travmatik deneyimidir. Yerinden olma, sürgüne yollanma, yeni bir ikamet vaadiyle ilk evi terk etmedir. Kendi-evim neresi muammasıyla kalakaldığımız ilk eşik, ilk sınır, ilk kökünden koparılma, anadan ayrılıp ana-dile doğru çıkılan ilk ve son yolculuk:
“‘yerinden olmuş insanların’, sürgünlerin, tehcir edilmişlerin, kovulmuşların, kökünden kopartılmışların, göçebelerin iç çekmelerine sebep olan iki ortak nostaljileri vardır: ölümleri ve dilleri. Bir yandan gömülmüş ölülerinin son istirahatgahının bulunduğu yerlere hiç olmazsa ziyarette bulunmak üzere dönmek isterler (sevdiklerinin son istirahatgahı, bu noktada ebeveynlerin, annenin, babanın, dede ve ninelerin istirahat ettiği, tüm yolculukları ve tüm uzaklaşmaları ölçmek için başlangıç noktası teşkil eden hareketsizlik mekanı olan evi, şehri ya da ülkeyi tanımlayan referans niteliğindeki ikamet yeri olan ethos’u konumlandırır). Öte yandan sürgünler, tehcir edilmişler, kovulmuşlar, kökünden kopartılmışlar, vatansızlar, anomik göçebeler, mutlak yabancılar çoğunlukla dili, ana dili denen dillerini nihai vatanları, hatta son istirahatgahları kabul etmeye devam ederler. Bir seferinde Hannah Arendt, dil hariç kendisini artık Alman hissetmediğini söylemiştir; sanki dil aidiyetin bir kalıntısıymış gibi. Ama işler daha karışıktır, buna döneceğiz. Her ne kadar pekala aidiyetin ilk ve son şartı olarak ortaya çıksa da, dil aynı zamanda bir mülksüzleşme (expropriation), indirgenemez bir elindekinden-olma (exapropriation) deneyimidir. ‘Ana’ dili denilen dil zaten ‘ötekinin dili’dir. Bu noktada ‘Dil vatandır…’…Sözü geçen ana dili, insanın üzerinde taşıdığı bir tür ikinci deri, taşınabilir bir ‘kendi-evi’ değil midir? Ama bizimle beraber hareket ettiğine göre, aynı zamanda yerinden edilemez bir kendi-evi”[1]
Yeniden vurgulamak gerekirse; Çocuk için ilk öteki olarak anne, Öteki olarak dil, dilin ilk vücut bulduğu konum/yer olarak anne (mOther), ana dili, Şey, nesne a, eksik, arzu gibi Lacancı kavramlar bağlamında düşündüğümüzde şöyle söyleyebiliriz: Annenin rolü, işlevi ve konumunun merkeziliği bakımından Lacan belki de Kleincılardan ve Nesne-İlişkileri teorisyenlerinden çok daha radikal bir noktadadır. Bence, baba/Babanın-Adı’na ilişkin tüm teorisine karşın böyledir bu. Yine de M. Klein’a olan borcunu ifade etmekten geri durmaz:
“Yalnızca Melanie Klein, dilin eşiğindeki çocukları inceleyerek öznel deneyimi bu daha önceki döneme yansıtmaya cesaret edebildi... Klein sayesinde, anne bedeninin imagosunun oluşturduğu imgesel kökensel kuşatma/kapsama (imaginary primordial enclosure) işlevinin farkına varmış olduk.”[2]
“Öznel deneyimin daha önceki döneme yansıtılması” demek ki, Lacan’ın gözünde çok önemlidir ve cesaret konusudur. İkisinin yollarının iyice kesiştiği yer, Klein’ın şu satırlarda ifade ettiği yerdir belki de:
“Oidipus karmaşasının genellikle sanıldığından daha erken dönemlerde yürürlüğe girdiği kanaatini bir çok kere dile getirmiştim. ‘Erken Analizin Psikolojik Etkileri’ isimli makalemde bu konuyu ayrıntılarıyla tartıştım. Orada vardığım sonuçlar, Oidipus eğilimlerinin çocuğun sütten kesilmeyle birlikte deneyimlediği engellenme/hüsran (frustration) sonucunda serbestleştiği ve birinci yılın sonu ile ikinci yılın başında ortaya çıktığı şeklindeydi. Bunlar, temizlik eğitimi esnasında maruz kalınan anal engellenmeler/hüsranlar aracılığıyla pekiştirilir.”[3]
[1] J.Derrida, Konukseverlik Üstüne, Çev: Aslı Sümer, Metis. 2020, s. 77-9
[2] J.Lacan, The Subversion of the Subject and the Dialectic of Desire, Ecrits: The First Complete Edition in English İçinde, (çev. B.Fink) W. W Norton&Company, 2006, s. 93
[3] Melanie Klein, Early Stage of the Oedipus Conflict, Love, Guilt and Reparation and Other Works 1921-1945 içinde, Vintage, 1998, s.186.