Başkalarında okumayı sevsem de kişisel bir tonla, hele de anekdotlar refakatinde söz söylemeyi pek beceremem; bir kez, o da sadece bir cümlecik bir günlük tutup derhal vazgeçmiştim bu sevdadan, bazısı rüyalarını dahi yazar, akıl sır erdiremem, “insan bir yaştan sonra yalan söyleyemiyor,” diyordu Metin Eloğlu, yalanın bini bir para, bilhassa yazı çizi sahasında…
***
Yalanı en aza çekerek yol almaya çalışayım o vakit: Perşembe günü yayınevinde çalışırken, öğleden sonra mail kutuma düşen kısa bir ileti, Tanıl Bora’dan: “Tarık Ziya Ekinci… belki yazmak istersin Dervişçim.” Gramsci’nin Modern Prens kitabını hazırlıyorum günlerdir, sağlam kitap, bitti bitecek, ama kafamın içi hegemonya, mevzi savaşı, faşizm laflarıyla keşküle dönmüş, kımıl kımıl; iletiyi başta anlamıyorum, her yayıncı bir parça bön, bir parça alıktır; öğleden sonraları ise iyice sersemdir, bir an, yoksa diye düşünürken internete yazıyorum, Tarık Ziya Ekinci vefat etmiş, ben bir sigaraya çıkayım…
***
Şunun şurasında iki haftadır çalıştığım İş Kültür’ün terasında içimde fikirlerden bir yumak, anılardan bir burgaç, “kaç türlü girilirdi anılardan içeri” diye soruyordu Edip Cansever, ne çetin bir soru: iki kitap, iki hayat, iki dünya; ilki Tarık ağabeyin yıllar evvel yayıma hazırladığım Lice’den Paris’e Anılarım kitabı ve işte şimdi elimde olan Gramsci’nin kitabı… İlk ve son diyalektiği, eski bir suya dalmak gibi: yaz ortasında, üstelik portakal ağaçlarından eser yok… Son gördüğüm, güzel Gramsci başlangıçtaki kitaba sirayet ediyor, sızıyor, cıvımış zihinse kesik kesik dalgalanıyor: kaç türlü girilir? Şairler düşünsün! Sigara yarılanmak üzere, Troçki’nin “sürekli devrim” kavramının hegemonya mücadelesi fikriyle aşıldığını söyleyen Gramsci’nin fikirleri Tarık ağabeyin aklımda parça bölük kalan fikirlerine ve mücadelesine de musallat oluyor, uzanıyor: ve atsan atılmaz, satsan satılmaz bir Cumhuriyet imgesi geride terk edilmiş bir tren istasyonu gibi ağır ve kasvetli; huyum kurusun, vites düşüremiyorum, belki de Tarık ağabey etrafında Kürt entelektüelleri ve hegemonya mücadelesi üzerine yazmalıyım, ama sahiden yazmalı mıyım, bana düşer mi, güvercin yuvasını taşlamaya ne gerek var, hâlâ küstah ve oyunbazım: Tarık ağabeyin derdi günü de acaba sosyalizm ve Kürt meselesini harmanlamaya çalışıp bir tür demokratik hegemonya oluşturmak mıydı, ama altından kalkamam ben bunun, maskem düşüyor, sinikliğim ayan beyan ortada, anılardan içeri giremiyorum, bu durumda bir fiyasko daha, yakışır; ötelediğim üzüntü gelip şurama yerleşiyor, sigara da bitiyor üstelik, ikinciyi yakmamayım, kalp sıkıntım var, dahası bekleyen bir iş var, hayır yazamam diyorum içimden, havlu atmaya dünden razıyım, merdivenlerden inip tezgâha geçiyorum yeniden, masada dağınık notlar, sere serpe uzanmış kitaplar, plastik su şişesi, kimi sorular beliriyor o sıra, Gramsci ve Kürt meselesi ya da Cumhuriyet ve sosyalizm gibi şeylerle ilgisi yok: Tarık ağabeyin evine ziyarete, kitap için fotoğraf albümü yapmak üzere gitmiştim, rahmetli Nihat Tuna bir albüm güzel olur demişti, kaç yıl önceydi, nerden baksan on beş yılı var, aheste dağınık yollanmıştım, Suadiye’de miydi ev, çok zarif bir eşi vardı, adı neydi, hatırladım: Perihan Hanım.
***
Suadiye’ye giden sinirli bir dolmuşta heyecanlıyım, yaptığım ilk iş nihayete ermek üzere, Tanıl Bora’nın başlarda şöyle çalış, böyle müdahale et, elini korkak alıştırma türünden telkinleriyle Tarık ağabeyin anılarına müdahil oluyorum; ürpermemek ne mümkün, tıfıl, zır cahil, amatör bir yayın emekçisi adayıyım; ihlal, abartı, insafsızlık hep olası; yayıncılar da bir çeşit hekim midir, bence değil, olsa olsa kasaptır, deriyi yüzerken çoğun ete çizik atılır: ayıklıyor, yüklerinden arındırıyor, kendi içinde bir düzen vermeye çalışıyorum balya balya yazılara, kesip biçiyorum, hiç kızmıyor, ekseriyet olur diyor Tarık ağabey: “nasıl uygun görürsen…” Çalışılan parçalar gidip geliyor, adap usul, yol yordam, hepsi var Tarık ağabeyde; tatlı tatlı hiçbir fikrimin olmadığı –hâlâ da yok ya- meslek hakkında da yol gösteriyor, 2010 tarihli şu maili:
“Sayın Akkoç,
Verdiğiniz bilgiler gerçekçidir. Beni haberli kıldığınız için size müteşekkirim. İçtenlikli çabalarınızla kitabın olgunlaşacağına inanıyorum. Editörlükteki temel ilkelerden birinin sözcüklerin yazımında ortak bir formül seçmek olduğunu takdir edersiniz. Örneğin benim taslaklarımda mahallemiz kimi zaman Kürtçe ‘Qarehesen’, kimi zaman da Türkçe ‘Karehesen’ diye yazılmıştır. Bunlardan birinin seçilmesi ve sonuna kadar ayni yöntemle yazılması gerektiğini düşünüyorum. Ben, otantik olan Kürtçe yazımın tercih edilmesini öneriyorum. Okumam zaman alacak, dikkatimi çeken hususları iletmeye çalışacağım. Başarılar diler, selam ve sevgiler sunarım. Tarık.”
Üsküdar’da sersefil bir öğrenci evindeyim, Tarık ağabeyden gelen her mailde sefaletimin yüzünde tomurcuklar açıyor, ama “sayın” ya da “bey” de fazla geliyor, yalan yok, hâlâ sevmem bunları; mailde söylemeye çekiniyorum tabii, ama eve vardığımda ilk iş “Tarık Bey lütfen bana bey diye, siz diye hitap etmeyin,” demek oluyor, zira mahcup oluyorum, “o zaman sen de bana Tarık ağabey,” diyeceksin diyor; “anlaştık,” diyorum! Ferahlıyorum. Genişçe bir salona alıyor beni sonra, çalışmanın sonu gelmiş, fotoğrafları alıp çıkacağım, Perihan Hanımın –o görünmez kahramanın- yaptığı çörekler, çaylar kahveler masada, büyükçe bir albüm geliyor, yazılarıyla dahil olduğum hayata şimdi de fotoğraflarla dahil oluyorum, yığınla fotoğraf, ev gezmesine gitmişim de bana tek tek fotoğraflardaki hayatları ve yerleri anlatıyor sanki Tarık ağabey: Mehmet Ali Aybar’lar, Behice Boran’lar, Nihat Sargın’lar, Sadun Aren’ler, Musa Anter’ler, Canip Yıldırım’lar ve daha bir sürü sima ve isim… Gelgeç, havai aklım bu kadar ismi ve olayı, nasıl… 1960 başlarından diye hatırlıyorum, Kürt entelektüel ve siyasetçilerinin maskeli balo fotoğrafları var, kitaba almadığımız, kafamdaki Kürt imgesi parça parça dökülüyor… Sakin. Fransa yıllarından bol bol kareler sonra, arada Fransızca kelimeler dökülüyor ağzından, “sen Fransızca biliyor musun?” diye soruyor: “Tarık ağabey biz İngilizce kuşağıyız, benzinlikte çalışanlarız, hepten kayıp kuşak anlayacağın,” diyorum, sevimli karışık gülüyor… Bir gençlik fotoğrafına denk geliyorum, saçlar yanlara ve geriye doğru briyantinli, takım elbise fiyakalı, “Tarık ağabey Ayhan Işık gibisin,” diyorum, “Marlon Brando dersin belki derdim ama neyse,” diyor… Evet, müthiş bir özelliği, onca tecrübeye, yaşanan onca olaya, acıya ve kayba rağmen, Tarık ağabey hâlâ şaka kaldırıyor, üstelik kendisi de bol bol yapıyor: kafamdaki siyasetçi imgesi de parça parça dökülüyor… Kürt siyaseti ve şaka: bunun da vakti gelince tarihi yazılır, ama oraya, baş köşeye elbette Ape Musa oturacaktır… Edebiyat tarihçileri düşünsün!
***
Albüm için gereken fotoğrafları alıyorum. Kütüphanesini gezdiriyor, Fransızca, Kürtçe ve Türkçe kitaplar var, tıp ve siyaset kitaplarının yanı sıra, eski basım çok fazla roman, öykü, şiir var raflarda, “TİP’in kültür komisyonunda ne çok edebiyatçı arkadaşımız vardı,” diyor: Edip Cansever, Yaşar Kemal gibi isimleri zikrederken bakışları perdeleniyor, gün gibi aklımda, “edebiyatçı olamadığım için siyasetçi oldum bir yerde,” diye kaçak bir cümle dökülüyor dudaklarından; siyasete edebiyat sokağından dahil olanlardan Tarık ağabey de: romantikliği de biraz oradan galiba… Birkaç kitap hediye ediyor, heybeye atıyorum. Yolcularken bu işlere devam etmemi rica ediyor, teşvik ediyor, acar bir yayıncı, hatta bir gazeteci gibi hissediyorum kendimi, tam kapıdan çıkacakken, “Derviş evladım, fotoğrafları geri getirmeyi unutma ama,” diyor; bir hazinenin, bir yaşanmışlığın, günahı ve sevabıyla bir tarihin eldeki son şahitleri, oraya bağlanmış: fotoğraflar...
***
Kitap 2010’da yayımlandı, önsözünü kapatırken pek çok yayınevi çalışanının yanı sıra, “genç editör Derviş’e” de teşekkür ederim diye yazmış Tarık ağabey: benden bağımsız, son iş olarak kitaba dahil olan o kısmı görseydim boş ver Tarık ağabey derdim; ama der miydim, daha doğrusu diyebilir miydim, pek emin değilim, zira üç yıl sonra, Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız çıktığında, bir başka ilk TİP’li Orhan Koçak ağabey de “genç eleştirmen” demişti yazısında; geçip giden gençlikle değil, adlarla derdim var galiba, ama Orhan abiye de ses edemeydim, bir bildikleri var demek ki…
***
Bir hayata dahil olmak müthiş riskli, ama zevkli de, sayesinde Kürt meselesi, TİP, sosyalizm ve sair şeyler hakkında çok şey öğrendiğim Tarık ağabeyin bendeki yeri eşsiz… Bilen bilir, ilk kitap, ilk iş bir yerde ilk göz ağrısı gibidir, Tarık ağabey hakkında yazılacak, tartışılacaktır haklı olarak, Kürt siyasal tarihi ve sosyalizm mücadelesindeki yeri; hekimlik direnişi keza, ama Üsküdarlı kıdemli bir serseri olarak bendeki yeri de hüzünle karışık bir sevgi, hatta buruk bir pişmanlık: keşke Marlon Brando deseydim…