Zamanımızın bir aşırılık zamanı olduğu, asıl muzdarip olduğumuz şeyin bir tür zevk aşırılığı olduğu… Yaygın bütün işaret ve belirtilerin gösterdiği şeydir bu. Kendimizi, varoluşumuzu ancak aşırı bir şeyin, bir aşırılığın parçası/bileşeni/aparatı/uzantısı sayarak/algılayarak teyit edebildiğimiz aşırılık çağı. Asıl olarak yasaların, toplumsal uzlaşım, kural ve teamüllerin bütün sınır ve kısıtlamalarının ötesine geçmekten, onları ihlal etmekten kaynaklanan zevkle zevklenmenin, o zevkle kendinden geçmenin, o zevke batmanın/saplanmanın çağı.
Sınırın mevcudiyeti ve tanınması sayesinde merak eder, araştırmaya, incelemeye başlarız. Sınırın çektiği çizginin ötesi vardır, arzu sınırın olduğu yerde mayalanır, arzunun nedeni ve dayanağı olan Lacancı nesne a sınırla birliktedir, sınıra bitişiktir. Öte yandan sınırı bütünüyle ortadan kaldırma, sınırsızlık özlemi/hevesleri, hiçbir şey imkansız değil sayıklamaları ise tam tersine konumları, ilişki ve temas imkanlarını, varoluş zeminlerini alt üst eden kaynaşma, yutulma korku ve kaygılarıyla bir arada değil midir?
Söz konusu aşırılığın en uç örnekleri daha az önemli ya da daha az dikkat çekici biçimlerinde de esasında neyin söz konusu olduğunu, hangi dinamik ve motivasyonların iş başında olduğunu ortaya koymuyor mu?
Belki de en uç örnek şudur: Lacan, Dostoyevski’nin meşhur ifadesini (“Tanrı yoksa her şeye izin vardır”) tersine çevirerek yeniden söyler: “Tanrı yoksa hiçbir şeye izin yoktur.” Tanrı yoksa, Tanrısız bir gökyüzü ise üstümüzdeki, yani feragat ve feda talep eden Yasaya bağlı/tabi değilsek, o durumda herhangi bir zevk de (jouissance) yoktur. Simgesel düzen (yasa/yasak) ortaya çıkar çıkmaz daima zaten orada olduğu duygusunu yaratır. Çünkü kendisini önceleyen, kendinden önce gelen şey hakkında simgelerden başka araç ve imkânlarla düşünmek ve akıl yürütmek neredeyse imkânsızdır. Yasanın ortaya çıkışının müstehcen bir edim olmasını bu düzeyde/çerçevede anlamalıyız demek ki: Zevk, Yasanın ona sağladığı bir engele ihtiyaç duyar, o engelle aynı anda var olur. Ya da şöyle söyleyelim: Zevkten feragat etmeden topluma dahil olmak mümkün değildir, evet ama, ondan feragat etmeden önce var olan bir zevk de zaten söz konusu değildir: Zevk, demek ki ondan çoktan vazgeçtiğimiz için geriye dönüşlü bir biçimde yarattığımız (koyutladığımız) şeydir bir bakıma.
Yasa/yasak ve arzu arasındaki ilişki diyalektik bir karaktere sahiptir. “Yasa arzunun tersidir.” Yasanın arzuya bir sınır dayattığı ne kadar doğruysa, yasanın da, getirdiği yasaklama rejimi sayesinde arzuyu yarattığı o ölçüde doğrudur.
Ensestin zevkle eşdeğer olmasının anlamı budur: Nasıl ki tarih-öncesi bir zevkten söz edemiyoruz, yasaklanması-öncesi mevcut bir ensest de aynı ölçüde söz konusu değildir: Annemizle uyumamız serbest olduğunda, o artık anne değildir. Arzumuzun ayrıcalıklı nesnesi olma statüsünü kaybetmiştir. Bir nesnenin arzumuzun ayrıcalıklı nesnesi katına yükselmesi yasak sayesinde, yasakla birliktedir çünkü.
Sapkınlığın sadece bir semptom olmaktan çıkıp toplumsal bir norm haline geldiği, arzunun eksikle ve sınırlarla ilişkili ve onlara referansla ortaya çıkmak yerine hasetle bağlantılı olduğu günümüz toplumunda Lacan’ın ifadesini farklı -ya da aynı anlama gelmek üzere tersten- formüle etmeliyiz belki de: “Tanrı varsa her şeye izin vardır.” Şimdi artık, şahit olduğumuz sayısız kahredici olayın da gösterdiği gibi, ne kadar üzüntü, korku ve dehşete kapılsak yeridir. Korkunç bir eşik bu: İnsanın özü/cevheri sayılması gereken arzunun, arzulama kapasitesinin, arzusunda ısrar etme inadının haset tarafından tetiklenmesi, uyarılması, ayartılması. Ötekinin haksız, meşru olmayan zevkine işaret eden şeylerden mahrum olduğumuz hıncı/hasetiyle şekillenen toplumsal matris/bağ ve arzu ekonomisi, ölüm dürtüsünü içermek/işlemekten ziyade gözünü ölüm dürtüsüne dikmiş, ölüm dürtüsünü amaçlayan bir toplum demektir çünkü.