Medya ve Adalet, Bizce Adalet
Aybars Yanık

Türkiye'de yolsuzluk ve hırsızlık gündelik hayatta ayaküstü muhabbetlerde konu edilen, şikâyet edilen, köpürtülen, söylenilen ama aynı ölçüde önemsenmeyen, kanıksanan, deprem ve sel gibi "doğal" görülen icraatlardır. Saman alevidir, parlayıverir, medyada sansasyonel biçimde sunulur. Tiraj getirir, oy getirmez; ilgi uyandırır, tepki uyandırmaz. Yolsuzlukla mücadele vaadi, parti programlarına ve seçim vaatlerine hoş görünsün diye süs gibi eklenir. Hatta yolsuzluk, adam kayırma, torpil, hırsızlık ve aslında pek çok başka suç, adalete olan inanç da zaten çoktandır kaybolduğundan, “normal şartlar altında” adaletsizlikten yakınanlar nezdinde bile “meşru suçlar” kategorisi altında değerlendirilebilir. Yani bir suç cezasız kalıyor, üstelik bu suçtan da ciddi menfaat sağlanabiliyorsa, "ben neden yapmayayım ki?" sorusu pek çok insanın aklını karıştırabilir. Ne denir o saf ve güzel Anadolu'muzda: "Devletin malı deniz yemeyen domuz." Unutmadan, bir de yolsuzluğa karşı bir “şaşırmama” pozu vardır; “poz” diyorum biraz kızarak, çünkü sistematik bir ihlale şaşırmamak da büyük bir dekadansa işaret eder ki bu yolsuzluktan bile beterdir belki de?

Birkaç ay önce medyada "Dilan Polat" diye biri beliriverdiğinde, ana akım gazeteler ve televizyonlarda, sosyal medyada bu olayın ele alınma biçimine dair şunları not etmişim: Birincisi, olay, sanki bir internet fenomeninin iticiliği, görgüsüzlüğü ve banalliği gibi sunuluyordu. Televizyonlardan verilen haberlerde, önce kendisinin çeşitli videolarından kesitler, sonra şu meşhur şarkısı, arabaları, çiçekleri, çeşitli televizyon programlarındaki söyledikleri, sonra da kendisinin ne için suçlandığı gösteriliyordu. İkincisi, haberin sunuluşu esnasında arkadaki ses bahsetse de haberin görüntülerinde kocasına pek az yer veriliyor, yine doğrudan Dilan Polat’ın elinde bir aletle etrafa para saçtığı görüntüler, çiçekleri ve saçlarına tutturduğu paralar görülüyordu. Manzara açıktı, hep birlikte oturmasını kalkmasını bilmeyen birini kınamaya varıyordu iş. Sonra sonra asıl mesele gündeme gelecekti: kara para, yolsuzluk vs.

Twitter'da biri Polat ailesinin salıverilmesini, Türkiye'nin gündemini epeydir işgal eden başka bir olayla karşılaştırmış ve şöyle demiş: "En çok kuryeyi ezip Amerika'ya kaçan Eylem Tok ve oğluna gülüyorum, hukukun para ile satın alınamadığı ülkeye kaçıp tutuklandı gerizekalılar. Türkiye'de kalsalardı ölen kuryenin eşi tutuklanırdı." Mesajda ABD hukuk sistemine dair örtülü olumlu kanaat şüphesiz pek çok somut olay ile yanlışlanabilir ama burada bahsedilen suç ve cezasızlık ilişkisi, adaleti algılama biçimi çok daha mühim.

***

On bir sene öncesine dönelim. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları zamanında ortaya saçılan ses kayıtları furyasında Teoman diye bir gümrük memurunun adı geçiyordu. Adam bir türlü rüşvet almıyordu, yemlenemiyordu. Ne yapsalar olmuyordu, ayak bağıydı. Kayıtlarda şöyle deniyordu gıyabında: "Teoman'a neler yaptım, ne vaatler, ne şeyler. Yok, yok, adam almıyor." O dönem, hatırlıyorum, memur Teoman sosyal medyada bir tür kahraman mertebesine erişmişti. Vicdanı olmayan toplumun vicdanı, kalpsiz dünyanın kalbiydi. Adalet orada bir yerlerde can çekişse de onun gibiler sayesinde hâlâ soluk alabiliyordu. Herkese iyi gelmişti Teoman. İşini düzgün yapan, kula kulluk etmeyen, hakkı olmayana göz koymayan bir memurdu. "İşte böyle memurlar" da vardı memlekette.[1]

Bir parantez atıp yolsuzluk operasyonları gündemine zamanın Fethullahçılarının merceğinden bakalım. 17-25 Aralık “Yolsuz Operasyonları”ndan 17-25 Aralık “darbe”sine geçiş çok hızlı olmuştu. Reza Zarrab soruşturmasını yürüten, kendisini "Reza soytarısına darbe yapan büro amiri" diye tanıtan Mehmet Akif Üren, Yakub Saygılı, Hrant Dink'in katledilmesinden sonra adını sık duyduğumuz Ali Fuat Yılmazer gibi üst düzey polisler gözaltına alınmış, tutuklanmıştı. Adli işlemleri için polis araçlarından inerken/binerken "haram yemedik", "hırsızlık yapmadık" diyorlar, devletin namusunu kurtardıklarını söylüyorlardı. Cemaatin Samanyolu, Bugün, Kanaltürk gibi televizyon kanallarında bu kesitlere bolca yer veriliyor, video klipler yayınlanıyordu. Üzerlerinde "Zero", "Sı-fır", "Sı-fır-la-ma" yazan tişörtlerle "Allah'a şükür zalimlerin tarafında değiliz," diyorlardı. Bir tanesinin yüksek sesle "Zalimler için yaşasın cehennem!" dediğini hatırlıyorum.

Tutuklu ve gözaltındakilerin eşleri, mahkeme önlerinde, eşlerinin yetim hakkını yedirmedikleri, vatanlarını sevdikleri için içeride olduklarını söylüyordu basına ve kamuoyuna. Üst düzey polislerin tutukluyken birlikte yemek yemeden önce ettikleri yemek duası da basına sızmıştı: "Allah'ımıza hamdolsun, milletimiz var olsun, haram yiyen kahrolsun!"

Fethullahçı medya gözaltına alınan polisleri vatansever, kahraman, adalet peşinde koşmaktan, yetim hakkı yedirmemekten başka bir derdi olmayan hizmet erleri gibi göstermek için büyük çaba sarf ediyordu. Belli ki toplumda bu "kahraman" ve adalet, hak, hukuk peşinde koşan sevdalılar imajının tutacağını düşünmüşlerdi. O zamanlar toplumun en azından bir kısmının gözünde kahraman, bir kısmının gözünde haindiler. Sonra zaten yaklaşık iki buçuk sene sonra darbe girişimi sonucu hepsi büyük cezalar aldılar, şu an hapisteler. Artık gazetecisinden polisine, askerinden savcılarına, hepsine "FETÖ"cü deniyor. O savcılar ki AKP’ye yakın televizyon kanallarında İtalya’daki Temiz Eller operasyonu savcılarıyla bir tutularak, o polisler ki Türkiye’nin bağırsaklarını temizlemekteki rolleriyle, o gazeteciler ki hakikat anlatıcısı konumlarıyla canlı yayınlarda heykelleri dikilmesi önerilen kahramanlardı. Şimdi hepsi birer “terör örgütü mensubu”.

***

Dilan Polat ve kocası Engin Polat, evvela zincirden boşanmış küstahlıklarıyla, gösteriş budalalıklarıyla, onca eğitimli, yetenekli genç, işsiz ve peş parasız gezerken veya kıt kanaat geçinmeye çalışırken toplumun gözüne soktukları şatafatlı hayatlarıyla insanların önemli bir bölümünün tepkisini çekti. Ama yine toplumun önemli bir kesimi belli ki onları tutuyordu; bunu sosyal medya hesaplarının takipçi sayılarından, salıverilmelerinin ardından takipçi sayılarının hızlı artışından, videolarına yapılan yorumlardan, kendilerine gönderilen mesajlardan görebiliyoruz. "Aşağılardan" gelmeleri, onlar gibi olmaları, bu memlekette işini bilirsen basamakları çabucak çıkabilme, "yırtabilme" umudunu somutlaştırmaları nedeniyle rol modeldiler (Dilan Polat tutuklandığında telefonundan olayı takip ederken gözlerinden yaşlar akan birinin videosunu gördüm). Ama öte yandan gözaltına alınmalarından sonra ortaya serilen ve medyanın epey gündemde tuttuğu "alt sınıf" arka plan, mutlaka bir haksız kazancı, çalma çırpmayı da ima ediyordu. Acaba değirmenin suyu nereden geliyordu?

Tepkiler ve “kamuoyu baskısı” sonucu gözaltına alındılar, 4 Kasım 2023’te kara para aklama suçlamasıyla tutuklandılar. Tutuklanma sonrası yukarıda da bahsettiğim gibi sosyal arka planları, eşleri dostları, düşmanları, evleri arabaları, şirketleri ana akım medyanın manşetlerinden düşmedi. Polislerin araçlara el koyma görüntülerini izledik. Devlet gereğini yapmış, kamuoyunun içi biraz da olsa soğumuş, adalet kısmen de olsa yerini bulmuştu. Onca ideolojik çekişmeye, kutuplaşmaya, liyakatsizliğe, “yönetim sorununa” rağmen işini yapan “birileri” vardı. Gazetelerde ve bazı televizyon programlarında varsıl yaşamlar için pedagojik dersler verildiğini de gördük. Gösterişsiz yaşamanın, komşuya yardımın, Allah çok verdiyse de haddini hududunu bilmenin, gösterişi gözlerden ırak yaşamanın erdemleri anlatıldı. Sonra ortalık yine duruldu.

Ta ki tahliye olmalarına kadar… Suç işlemek amacıyla örgüt kurma, yönetme ve üyesi olma, suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama ve yasadışı bahis suçlamalarıyla kırk yıla kadar hapis cezasıyla yargılanıyorlardı. Fakat 6 Eylül'de ne olduysa davada tutuklu on iki sanık tahliye edildi. Yargılama aşamasında başsavcı ve savcı değiştirilmişti. Tahliye kararlarına savcılığın itirazı reddedildi. Artık tutuksuz yargılanıyorlar. Tahliye sonrası “devletimiz sağ olsunlar”, “konvoyla karşılamalar”, “çok mutluyuzlar”, “enerciiiler” yine havada uçuşunca tepkiler tekrar yükseldi. Adalet, hak, hukuk niye işlemiyordu?

Medya dolayımıyla toplumun “bu tür” olaylara tepki verdiği görülüyor fakat hiç değilse Dilan Polat olayı özelinde, hâlâ şu sorunun cevabını gönül rahatlığıyla veremiyoruz. Ana akım medyada Dilan Polat ve benzerlerinden rahatsızlık hakikaten adil, eşit ve temiz bir toplum talebinden, hatta başka türlü söylemek gerekirse, “Hâlâ bir toplum muyuz?” sorusuna yanıt sayılabilecek bir tutumdan mı kaynaklanıyor, yoksa kendini temize çekmeyi, temiz kılmayı sağlayan bir “performans”a davet mi söz konusu? Moda tabirle, erdem sinyalleme mi var burada?

Şenyaşar uzun süredir Meclis'te adalet arıyor.

Hayvanları gönül rahatlığıyla katledebilme yasası çıktığından beri onlara reva görülen şiddete, tüfeklerle vurulmalarına, parçalanıp gömülmelerine, işkence edilip öldürülmelerine; Emine Şenyaşar’ın öldürülen çocukları ve kocası için Meclis önündeki adalet nöbetine; Cumartesi Anneleri’nin yıllardır ellerinde yakınlarının pankartlarıyla yılmadan usanmadan en azından akıbetlerini öğrenme mücadelesine; Metin Lokumcu’nun ölümünden sorumlu olanların bir türlü cezasını çekememesine, hatta ve hatta ölçüsüz eleştiri nedeniyle Dilruba’nın paldır küldür tutuklanıvermesine gösterilen cömert kayıtsızlık, hoşgörü, görmezden gelme, bu soruları sorduruyor. Aleni haksızlığa uğrayanların yakınlarının örgütlü veya değil, ama çok daha görünür adalet talepleri karşısında, insana örgütlü olduğunu düşündürecek denli kayıtsızlık da bir önceki paragraftaki soruya ilk yanıtı vermeyi zorlaştırıyor. Soma’da işten atılan madencilerin mücadelesine, Hopa’da çevresini korumak isteyenlere çekilen silahlara (ve katledilen Reşit Kibar’a), iç güvenlik tehdidiymiş gibi ters kelepçeyle gözaltına alınan Polonez işçilerine dair televizyonlarda bir habere denk gelme ihtimaliniz ile loto tutturma ihtimaliniz neredeyse aynı. Kaldı ki sadece ana akım medyada değil, artık her şeyin ölçütü olan sosyal medyada da pek “gündem” olabilen olaylar değil bunlar.

Performans demişken, 8 yaşındaki Narin’in öldürülmesinden sonra birtakım gazetecilerin olayı gündemleştirme ve tartışma biçimleri de bir gazetecilik refleksini değil bir performans refleksini göstermiyor mu? Medyanın yalnızca yolsuzluk ve hırsızlık olaylarında değil, kamuoyunu “rahatsız” edeceği, medya diliyle söylersek “vicdanları yaralayacağı” düşünülen olaylarda da performansı, ekran performansını ön plana aldığını gözleyebiliyoruz. Beyaz TV’de bir televizyon programında Narin’in ölümüne ses olabileceklerini düşünerek çığlık çığlığa bağıranları gördük. Sözcü, okurlarına “Sizce Katil Kim?” diye soruyor (19 Eylül 2024) -bizce mi, gerçekten mi?

Ahmet Hakan Hürriyet’te “kim, kimdir” oynuyor. Amca Salim, Don Corleone’nin “yandan yemişi”ymiş. Anne Yüksel “kolpada bir numara”ymış. Baba Arif de “etkisiz eleman”mış. Sinan Akçıl diye bir popçu, “Çok üzgünüm. Narin olayı hepimizi derinden yaraladı. Ben bu katliamın aile içinde yapıldığını düşünüyorum. Bence idam gelmeli... Yemişim Avrupa insan haklarını... Onlar insan değil ki, hakları olsun," demiş.

Twitter’da da uzunca bir süre, yine ve elbette, “idam” konuşuldu. Suça ve suçluya karşı etkin bir çözüm olarak idam… “hızlı ve efektif çözüm”; hatta bakarsınız onu da özelleştirirler, daha esnek ve uygulanabilir, çözüm odaklı bir “vizyon”la hizmetimize sunulur: “hemenadalet.com”.

***

Hâsılı kahramanları ve hainleri değişebilir ama ana akım medya adaleti değil, adaleti tesis edeceğini söyleyenleri, tesis ettiğini iddia edenleri, kahramanları, "haram yemeyenleri", "devletin namusunu kurtaranları", "vatan hainliği yapmayanları" konuşur. Taksisine binen müşterisinin unuttuğu para dolu çantayı en yakın polis karakoluna teslim eden taksiciyi yazar. Karikatürize adalet fantezilerini ve imajlarını alıp, evirip çevirip servis etmeyi sever. Adaletle değil, onun namına gerçekleştirilen performanslarla ilgilenir, toplumun kahir ekseriyetinin de bununla ilgilenmesini ister. Adaletin magazinleştirilmiş ve basitleştirilmiş biçimlerine olan bu ilgi adalete ve adil topluma olan talebi değil, herhalde adil ve eşitlikçi yaşam algısı çürüyeyazan bir toplumun tuhaf ve garip adalet fantezilerini açığa vuruyor.

Polatları tutuklayan iradenin de, daha sonra onları serbest bırakan iradenin de muhtemelen iktidar bloku içindeki bir mücadele konumlanma çabası olduğu elbette gözlerden ırak tutulmak istenecek.[2] Hatta Meclis muhalefeti ve onun yamacına dükkân açan medyanın, inatla “seyircisi”ni devletin bir hegemonik mücadele alanı değil de nötr bir serbest rekabet alanı, iyi yöneticilerin eninde sonunda kazanabileceği tarafsız bir yarış pisti olduğuna inandırmaya yönelik naif ve yer yer alıklık düzeyine varan çabası da yazık ki her çeşit adaletsizliğin esas kaynağını gayri ideolojik bir çerçevenin içerisine yerleştiriyor. “Her şey, eskiden olduğu gibi, bir gün rayına oturacaktır,” diyorlar seyircilerine, “sorun ekonominin ve devletin kötü idare edilmesi”. Öyle mi peki?

Yoksa rejimle parlamenter sisteme dönüş dışında bir sorununuz kalmamışsa, eleştirseniz bile “yapıcı” eleştirmezseniz, normalleşemeyenlerdenseniz, bunlar yetmezmiş gibi bir de emeğinizle var olmaya çalışıyorsanız, adaletin de, hukukun da, yasaların da ancak intikamcı yüzüyle mi karşılaşırsınız? Polislerin, taleplerini ve sorunlarını anlatan Carrefour depo işçilerine “Sabancı’nın selamı”nı getirerek saldırdığında olduğu gibi, örneğin. Bu bir “kötü yönetim”, “liyakatsızlık”, “iş bilmezlik” veya erken seçimle halledilebilecek sorun değil, ideolojik ve ideolojikleştirilmesi gereken bir sorundur. Adalet de, öyle istiyor olabiliriz ama deus ex machina gibi tepeden aşağıya indirilip sorunları çözecek bir şey değildir. Sorunu kötü yönetim ve liyakatsızlık diye ortaya koyarsanız kahramanları, ideolojik olarak ortaya koyarsanız ideolojik mücadeleyi çağırırsınız.

Sanki kahramanları daha çok seviyoruz.


[1] Kılıçdaroğlu yıllar sonra kendisi hatırlamış, 2023’te ziyaret etmişti. Teoman Bey, 17-25 Aralık’ın isi pusu dağıldıktan sonra ve Reza Zarrab havuz medyasında itibarını yavaş yavaş yitirmeye başladığında, ana akım medyada da hatırlanmıştı. Hürriyet 11 Temmuz 2015’te “Dürüstlük Tutanağı” başlığıyla Zarrab’ın altınlarını yakaladığı haberini manşetten vermişti.

[2] Gazeteci Alican Uludağ’ın iddiasına göre tahliyelerin asıl sebebi, davanın yasadışı bahis vurgununa doğru ilerlemesi ve bunun önünün alınmak istenmesi.