Kadın Düşmanlığı
Işıl Kurnaz

"saklayıp başını bağasına

ölü gibi dursun istendi

öteki kadınlar bir yerlerden

şakıyıp gelirlerdi"

Gülten Akın

“Evdeki Kadının Şiiri”

Kadın düşmanlığı, kadına yönelik nefret ve düşmanlığın terim olarak adı. Kelimenin tarihsel kökeni Antik Yunancaya kadar gidiyor. Antik Yunancadaki mizojini, kadın anlamına gelen gyne ile nefret anlamına gelen misein kelimelerinin birleşmesinden oluşuyor. Jack Holland’ın Mizojinin Kısa Tarihi[1] kitabının alt başlığı ilk bakışta çerçeveyi çiziyor: Mizojini: Dünyanın en eski önyargısı. Ona göre kadın düşmanlığı, antik Yunan filozoflarından bugüne uzanan bir tarihsel bir tutarlılık biçimi.

Türkiye’de artık bir cins-kırım halini almış kadın cinayetleri elbette cezasızlık politikasından besleniyor, sadece kadına yönelik olan bir acil yardım hattı olmaması, üstelik tek çağrı hattının örneğin pandemi döneminde salgın hattına çevrilmesi, İstanbul Sözleşmesi’nden anayasaya aykırı şekilde çekilme kararı, şiddetin kaynağı olarak şiddet faili dışında herkesi işaret eden bir devlet aklı, az sayıdaki kadın sığınmaevi ve bu sığınmaevlerinin dahi korunmuyor oluşu, mahkemelerin kadın düşmanı bir yargı yeri halini alması, tedbir kararlarının gecikmesi, alındığı durumlarda dahi koruyuculuğu olmaması… Hepsi, bu şiddetin ve kadın düşmanlığının bireysel ve adli değil, yapısal ve sistematik olduğunu vurgulama nedenlerimizden. Bu öyle bir şey ki artık uluslararası küresel toplumsal cinsiyet eşitliği raporlarında kadınların hayatta kalma endekslerine yer veriliyor.

İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil’in öldürülmesinden sonra kadın cinayetlerine yönelik toplumsal tartışma seyri biraz daha kuvvetlendi. Bunu uluslararası kamuoyunun dikkati izledi. Twitter’da #turkishwomenindanger, #turkishwomenneedhelp etiketleri dünyadaki kadın hareketlerinin de dijital gündemine girdi.

Öte yandan kadın olmanın kendisinin küresel bir gündemi de aynı günlerde hukuk düzleminde çok önemli karara kavuştu. Avrupa Birliği’nin yargı organı Avrupa Birliği Adalet Divanı, daha önce iki kez iltica talepleri reddedilen iki Afgan kadının başvurusunda, Afgan kadınlar için kadın olmanın ve vatandaşlığın tek başına iltica için yeterli olduğuna karar verdi. Divan kadınlara iki soru yöneltti. Birincisi, Taliban’ın kadınlara yönelik eylemlerinin zulüm kapsamında sayılıp sayılmadığıydı. Kadınların siyasi karar alma süreçlerinden tamamen dışlanması, ev içi şiddete yönelik hiçbir önlemin olmaması, zorla evlendirilme oranları, sadece evde olmak şartıyla çalışmalarına izin verilmesi, sağlığa erişim haklarını kullanamamaları, yanlarında belli bir akrabalık derecesine kadar olan bir erkek olmadan sokağa çıkamamaları, kamusal alanda vücutlarını tamamen örtmek ve yüzlerini peçelemek zorunda olmaları ve spor yapmalarının yasak olması gibi sebeplerle birinci şartın Afgan kadınlar için yeterli iltica kriterini yerine getirdiği söylendi.

İkinci soru şuydu, bahsedilen bu yasakların uygulanması için kadınların kadın olması yeterli miydi, yoksa her kadına bireysel bir değerlendirme ile mi bu tedbirler uygulanıyordu? Mahkemenin vardığı sonuç şuydu ki bu kısıtlamaların uygulanması için kadınların kadın olması yeterliydi. Kadına yönelik şiddet denildiğinde kimi durumlarda şiddete cinsiyet atfetmememiz gerektiğini söyleyen yorumlarla karşılaşıyoruz. İşte aslında Avrupa Adalet Divanı’nın bu yargılaması, bunu aydınlatıyor. Kadınlar bu zulme sadece kadın oldukları için uğruyorlar.

Çünkü kadın düşmanlığı, antik Yunan’dan bugüne, kadınların siyasal haklarının inkarından bir cinsiyet-kırım politikasıyla öldürülmelerine uzanan toplumsal bir tarih çiziyor. Bu nefret ve düşmanlığın günümüzdeki görünümlerini kadınların gerçek hikayeleriyle anlatmaya çalıştıkları kitaplarına “Kadınlardan Nefret Eden Erkekler ve Onları Seven Kadınlar”[2] ismini vermişti psikiyatrist Susan Forward ve Joan Torres. Kadınlara yönelik onların günlük hayatlarından toplumsal hayata uzanan sakınımsız düşmanlık biçimlerinin örneklerini sunuyordu. Kitabın hikayeleri, kadın düşmanlığı denilen şeyin öyle çok da uzağımızda değil, yanı başımızda olduğunu gösteriyordu ama daha önemli bir şey yapıyordu, adını koymadığımız düşmanlık biçimlerinin günün sonunda bir araya getirerek oluşturdukları o Babil kulesini çiziyordu. Bu da kadın düşmanı bir toplumda ve ilişkisellikler ağında yaşamanın ne anlama geldiğini gösteriyordu. Bu kitabın beni bugüne taşımasının bir nedeni var.

Türkiye’deki henüz birkaç gün geçmiş olmasına rağmen son olamayan bu iki kadın cinayetinden sonra da toplumsal olarak tartışılan şey katilin psikolojik sorunları, uyuşturucu bağımlığı, ailesi ve benzeri özellikleri oldu. Yapısal ve sistematik olarak devlet politikasından ve cezasızlıktan beslenen, failin adını fail olarak koyamayan, tüm empati duygusunu kadına yönelik değil faile yönelik harekete geçiren bu aklın toplumsal bir izdüşümünü anlatıyor bu kitap. Çünkü Susan Forward şunu söylüyor: Toplum, şiddete uğrayan kadınların bu tür erkeklerle ilişki kurduklarına, kendilerine yönelik şiddeti kabul ettiklerine, sadist ya da mazoşist olduklarına, hatta bu erkek şiddetinden gizli duygusal haz aldıklarına odaklanır. Halbuki psikolojik kategorilerin ve terminolojinin terimleri, kadınların içinde bulundukları durumu tarif etmekte yetersiz kalır. Forward, kadınlara yönelik çalışmaya ve görüşmeler yapmaya başladığında fark ettiği bir şeyi yazar: “Benim tarif etmeye çalıştığım erkek, literatürde yoktu.”

Bu literatürün tamamını kadın düşmanlığı (mizojini) kelimesiyle tarayan ve yaşadığımız bugüne ışık tutan 2024 Nisan tarihli bir çalışma var.[3] Bu çalışma, 1990’dan 2022’ye kadar akademik yayınlardaki mizojini kelimesini tarayarak kadın düşmanlığının evrenine yönelik bir çerçeve çiziyor. Bulguları, bugün içinde yaşadığımız dijital kadın düşmanlığını, incel diye açıklanan grupları, şiddetin başlangıç noktasını, kadınların direniş stratejilerini anlamak için çok önemli.

Kadınlar, kadın düşmanlığıyla önyargı, cinsel şakalar, ayrımcılık ve şiddet biçiminde karşılaşıyorlar. Yazarlar şiddeti, bireysel şiddetten başlatarak bu bireylerin bir araya getirerek nasıl örgütsel bir bağ kurduklarını, sonrasında bunun nasıl kurumsallaştığını ve kültür halini aldığını anlatıyorlar. Cinsiyetçilikle kadın düşmanlığını bir ve aynı iki şey olarak kullanmıyor yazarlar, aksine bunun risklerine de değiniyorlar. Onlara göre kadın düşmanlığı, ataerkil düzenin kolluk kuvvetleri işlevi görüyor. Ancak kadın düşmanlığı da toplumla birlikte form değiştiriyor çünkü artık siber şiddet, siber taciz ve e-bile denilen öfke, kin ve şikâyet kusmak amacıyla gönderilen şiddet içerikli e-postalar, sosyal medya etkiletmeleri gibi yeni görünümleri de var. Sosyal medyayla ve dijitalleşmeyle kadınlara yönelik şiddetin biçimleri de çeşitleniyor ve yazarların veritabanı oluşturarak yaptıkları ölçümlerde mizojinistlerin en temel ortak özellikleri kadınların sahip oldukları her şey için erkeklere borçlu olduğunu düşünmeleri ve onların hakları için verdikleri mücadeleleri engellemeye çalışmaları. Bu tablo, 1990’dan 2022’ye kadın düşmanlığı konusundaki çalışmaların katlanarak artışını gösteriyor.

Kadınlara yönelik şiddetin dijital ortamda hızla artması ve kadınların da dijital güvenlikleri sağlanamadığı için çok daha kolay erişilebilir ve hedef alınabilir olmasına yönelik bu veritabanına giren bir çalışmanın ismi ilginç: “Erkek Gözyaşlarını İçmek: Dil, Manosfer ve Ağa Bağlı Taciz”[4]

Bu çalışma, kadınların özellikle dijital dünyada bir tür “manosferde” yaşadıklarını söylüyor. Örneğin, kadın ve erkek Youtuberları karşılaştırmışlar ve kadın youtuberların, özellikle kadınlarla ilgili bir şeyden bahsediyorlarsa erkeklere göre çok daha fazla negatif yorum aldığını ölçmüşler. Yazarların manosfer diye tarif ettikleri atmosfer, kadın düşmanı inançları destekleyen web siteleri ve sosyal medya gruplarından oluşan bir koleksiyon. Manosferi oluşturan erkekler, “gynocentric” yani kadın merkezli bir dünyada yaşadığımızı düşünüyorlar ve erkek düşmanlığının en büyük toplumsal sorunlardan biri olduğuna inanıyorlar. Kendi toplumsal meşruiyetlerini de buradan oluşturup bir araya geliyorlar.

Manosferdeki en belirgin grup inceller diye kısaltılan grup. Kendilerini benzersiz bulup, cinsel aktivite eksikliklerinden kadınları suçlayan, bunu da alaycı metaforlar ve kara mizahla meşrulaştırıp yaygınlaştıran bir topluluk olarak inceller aslında sadece kadınlar arasında değil, erkekler arasında da hiyerarşi kuruyor. Onlara göre geleneksel rolleri benimseyen çekici erkekler en üst sıradayken, aynı durum kadınlar çekici olduğunda kendini kadın düşmanlığı olarak gösteriyor. Üstelik bu topluluk kendi kadın düşmanı dilini de yaratıyor, örneğin kadınları tarif etmek için “femoid” kelimesini kullanıyorlar ve kadınları dehümanize eden aşağılayıcı bir dil örüntüsü oluşturuyorlar. Ayrıca sosyal medya sayesinde çevrimiçi dünyada birbirlerini kolaylıkla bularak çok da büyük birer topluluk haline geliyorlar.

İnceller gibi bir diğer grup, “men going their on way” (MGTOW). Bu grup erkeklerin birbirlerini güçlendirici olmaları gerektiğini ve kadınlardan uzak kendilerine yeten bir hayat yaşamaları gerektiği üzerine bireysel çağrılarda bulunuyor. Bu grubun söylemleri üzerinde yapılan içerik analizi yine kendi öz-güçlenmelerine eğilmeleri olmasına rağmen söylem düzeyinde yine en çok kadınları konuştukları ölçülüyor.

Kadın düşmanlığının bu çevrimiçi biçimi ışık hızıyla ilerlerlerken kadınlar da mücadele stratejileri geliştiriyorlar. Bazı kadın grupları kendilerini korumaya odaklanırken, bazıları direniş temalı çağrılar sürdürüyor. Yapılan çalışma, kadınların kendilerini korumak için oluşturdukları dijital kadın gruplarının ikili bir durum yarattığını ortaya koymuş. Meksika’daki feminist medya topluluğu Las Morras ve Kuzey Kore’deki siber feminist topluluk Megalians üzerinde yapılan çalışmada, bu kadınların dijital dünyada kadınlar için direniş stratejileri geliştirirken, doxing yani kişisel kimliklerinin ifşa edilmesi, dijital taciz gibi durumlarla karşılaştıkları görülüyor. Yani kadınlar, kendilerini korurken bile risk altında bir hayat sürdürüyorlar.

Bahsettiğim Megalians’ın direniş stratejisi oldukça anlamlı, Megalians grubundaki kadınlar sosyal medyada ve dijital dünyadaki kadın düşmanı erkekleri taklit ederek, yansıtma yoluyla retoriği değiştirmeye çalışıyorlar.[5] Ayrıca taciz suçuyla karşılaştıklarında, toplumsal olarak “yeniden normlandırma” dedikleri bir stratejiyi de tartışıyorlar. Bu, fail ile şiddete uğrayanın yerini değiştirerek normu yeniden düşündürmek anlamına geliyor. Böylece hukukun cinsiyetini de ifşa etmiş oluyorlar.

Bahsettiğim çalışma, niceliksel bir çalışma olduğu için meselenin çerçevesini verilerle ortaya koyuyor. Sosyal bilimlere dair bir araştırma için bunun handikapları olsa da çizdiği çerçevede önemli olan şey, atmosferi tarif etmesi ve içinde yaşadığımız dünyayı dijital olan da dahil bize kuşbakışı bir yerden gösterebilmesi. Bu veritabanı, 32 yıl boyunca “kadın düşmanı” kelimeleriyle yapılan çalışmaların sonuçlarını derlediği için kapsama alanı oldukça geniş ve çalışmanın sonucunda kadın düşmanlığı içeren davranış örüntülerini sıralıyorlar.

Kadınların bildiği bir bilgi tabii bu ama bu davranış kategorilerinin çoğu, günlük hayatta karşımıza çıkan şeyler. 32 yılı kapsayan bu çalışmanın kadın düşmanı olarak kodladığı davranışlar şunlar: Kadın düşmanı ifadeler kullanma, kadınları itibarsızlaştırma, fiziksel çekicilik ya da belli standartlara göre stereotipleştirme, cinsel taciz, tehdit, şiddet, şiddet tehdidi yoluyla sindirme ve susturma, baskınlık, konuşmanın dışına çıkarma, haklı çıkmak için saptırma ve istismar etme, erkek sorumluluğunu reddetmek ve kadını sorumlu tutmanın yollarını arama, mağdur suçlayıcılığı, cinsiyet önyargısı, cinsel metalaştırma, cinsel imgelerle tarif etme, lanetleme, mizahı kullanarak kadın düşmanlığı, kadınların kişisel özelliklerinin değersizleştirilmesi, kadını özel alanla tarif etme, transfobik şakalar ve aşağılama gibi.

Yazarlar çalışmalarını şu şerhi düşerek bitiriyorlar: Kadın düşmanlığı kadına yönelik nefretin şiddet içeren biçimiyle tarif edilse de aslında kadına yönelik geniş kapsamlı cinsiyet temelli gizli ya da açık nefret içerikli tüm davranışları da içeriyor. Çevrimiçi dijital dünyayla birlikte kadın düşmanlığına yeni boyutlar ekleniyor ve biliyoruz ki kadın düşmanı olmak için sadece bir kadını öldürmek gerekmiyor. Bu çok daha geniş bir evren, küçük davranışların dahi o evreni inşa etmek için bir tuğla koyabildiği ve kadın düşmanlığına koyulan her tuğlanın dünyayı kadınlar için yaşanılamaz ve hayatta kalınamaz bir yer haline getirdiği ortada.

Kadınların hayatta kalmalarının giderek namümkün hale geldiği bu “manosferde” kadınlar, kadın düşmanlığının her biçimine karşı türlü çeşitli adalet mücadelesi veriyorlar. Javier Cercas’ın Türkçedeki son romanı Terra Alta’da söylediği bir şey var: “Adalet, yalnızca muhteva meselesi değildir. Her şeyden önce biçim meselesidir. Ama kusursuz adalet, en kusursuz adaletsizlik olabilir.”

Türkiye’de de ikili bir hukuk rejimi gibi, usuli kuralların kadın düşmanları lehine gittikçe daha da sık uygulandığı, sanık lehine yorumlanabilmesi için hiçbir şüphenin üstüne gidilmediği ama söz konusu kadınlar olduğunda aleyhe delillerin toplandığı, faillerin psikolojize edilerek aklanmaya çalışıldığı yani delik deşik bir adalet sisteminden kusursuz bir faillik söz konusu değilse kadınlar aleyhine cezasızlığın çıkarılmak istendiği bir atmosferde yaşıyoruz.

İşte o atmosferde kadınlar, Gülten Akın’ın şiirindeki o bağa, yani kabuklarına gömülüyorlar ve öteki kadınlar bir yerlerden şakıyıp geliyorlar. Bu çağda kadınlar için yaşama hakkı ise artık hayatta kalabilme hakkı olarak anlaşılıyor.


[1] Jack Holland, A Brief History of Misogyny: The World's Oldest Prejudice, Robinson Press, 2019.

[2] Susan Forward, Joan Torres, Kadınlardan Nefret Eden Erkekler ve Onları Seven Kadınlar, İletişim Yay., Çev. Eda Tülek, 2022.

[3] Fontanella, L., Chulvi, B., Ignazzi, E. et al. How do we study misogyny in the digital age? A systematic literature review using a computational linguistic approach. Humanit Soc Sci Commun 11, 478 (2024). https://doi.org/10.1057/s41599-024-02978-7

[4] Marwick AE, Caplan R(2018) Drinking male tears: language, the manosphere, and networked harassment, Fem Media Stud 18(4):543–559.

[5] Kim Youngmi, Mirroring Misogyny in Hell Choson: Megalia, Womad, and Korea’s Feminism in the Age of Digital Populism, University of Edinburgh