Yücel Atasoy’a, şükranla…
Zaman akıp geçse de yerinden kımıldamayan bir şey; inatla kalmış bir kurucu-kök vardır Caner Cindoruk’un Sessiz Şarkıcı'daki öykülerinde: yoksulluk. Kimin ya da kimlerin tutuşturduğu bilinmeyen bu ateşin dumanı duvarlara, hafızanın sokaklarına, ilk gençliğin ve çocukluğun parasızlıkla dağlanmış günlerine kadar sinmiştir. Kurtulmak istenmiyordur ama ondan, zira yoksulluğun da kendi hakikati söz konusudur, deneyim kendi bilgisini yaratmış, kişi de bu bilgiyi bağrına basmıştır: Solsa bile silinmeyen, unutulmayan bir geçmiş olarak yoksulluk şimdiye yuva kurmuş gibidir; ve sanki gelecek de ipotek altındadır. Özne bedeli ne olursa olsun yoksulluğun aynasına fazla bakmış, türlü tepkiler bir yana, giderek onu sevmeye bile başlamıştır. Bu acı sevgiden de kendine has bir dil kotarılmıştır: bağırmayan, iri kelimelerin cezbine karşı uyanık, temsile soyunmayan, dolayısıyla reel-politika bahsinde aşılı, sesten ziyade sessizliği gözüne kestirmiş bir dil… Caner Cindoruk’ta bir çocuk sanki daha demin uykusundan uyan(dırıl)mış gibidir: şaşkın ve ürkek etrafına bakıyordur, anlam –ifade– bu parçalanan bakıştan sonra gelecektir; çözülüp yıkılarak dilin sularına karışan buz tabakaları...
***
Sessizliğe bulanıp yok olmayı isteyen tecrübeler tam dağılacakken tutulur, hatırlamak rahatsızlık veriyordur, deneyimin dilde kayda alınması, kelimelerin yalansız bir başlangıcı üstlenmesi, toplumsal varoluşun kıyısında köşesinde kalmış hayatların söze taşınması gerekiyordur, kitabın ilk öyküsündeki açılış faslında olduğu gibi:
“Bir gece önceden tuzla, toz biberle avcarladığı kuşbaşı etleri şişlere dizdi, iki kuşbaşı arasına bir tike kuyrukyağı attı; bu, kebapçıların koku yayıp müşteri çekmek için uyguladıkları bir usuldü. Şişleri mangala attı. Üstündeki fanila terden sırılsıklam olmuştu. Boynundaki havluyla yüzünü, elindeki bezle de tezgâhı sildi.”[1]
Avcarlamak ya da tike gibi kelimeler: jargon –Adana jargonu– dilin olmazsa olmazıdır; yazar-özne Adanalıdır ve aşağıdan geliyordur, sakinleri değil, her an hesaptan düşecek huzursuz bireyleriyle kent iğdiş edilmiş gibidir, böylesi bir düzlemde sadece bakışların değil, kulağın da söylem üretiminde payı vardır. Yazarın kulağına sesler çalınmamış, bilakis yazar o seslerin içine doğmuş, hatta düşmüştür, jargon tasarrufu sırıtmaz. İki kuşbaşı arasına bir tike kuyrukyağı atılıyorsa iki cümle arasına da yoksulluğun koku yayıp müşteri çeken (okuru davet eden) imge ve imajlarından biri konmalıdır. Ama voltajı yüksek kelimelere, keskin ve köşeli duyuşlara karşı önlem alınmıştır. Duyguları taşımak, ikinci cümleden üçüncüsüne yol almak, öyküyü kurmak yükte hafif ama pahada ağır kelimelerin işidir: sözgelimi boyna dolanmış o havlu mangal isinden, terden kararmıştır, alttan alta bıkkınlığı, başka bir yer ve icraat özlemini duyuruyordur. Nitekim Kebapçı Nuri’ye “Hayırlı işler deyip” sözü “şarkı türkü işleri nasıl gidiyor” alaylı sorusuyla devam ettiren bir müşteri; özneyi bir anlığına zamandan da mekândan da koparır. Nuri esasta sadece şarkı –kendi şarkısını- söylemek istiyordur, ama kebapçı dükkânına sıkışıp kalmıştır (hangimiz değil ki!), mendebur sorular –dalga geçmeler- ters etkilerle kişiyi kilitler; domates ezmeleri, soğan salataları, turplar ve süs biberleri unutulur, birdenbire yabancılaşma titreşir, ütopik arzunun negatif hislerini devreye sokarak:
“Usul usul kar serpiştirmeye başladı Nuri’nin kursağına. Yapıştı kaldı. Lapa lapa yağacaktı, ama Çukurova’da ancak bu kadar yağabilirdi. Yüzü düştü. Gözlerine oturdu mangaldaki duman. İçini bir ürperti kapladı. Sesi, ses telleri, ıslak fanilası, ocaktaki ateş, etlerin arasındaki kuyrukyağları bile ürperdi. Haftalardır ağzını bıçak açmıyordu.”
Çocukluktan tambur çalma ve şarkı söyleme hayali vardır Nuri’nin, bu hayalin peşi sıra koşturmuştur da: para kazanmak, ün sahibi olmak umurunda değildir, sadece şarkı söylediğinde mutlu oluyordur, Unkapanı’na bile kapağı atar, aranır sorar ama tutunamaz, çuvallar, “memlekete dönüş parasını zor denkleştirir,” baba mesleğine, kebapçılığa çaresiz geri döner. Arada düğünlerde, pavyonlarda söyleyebiliyordur ancak, bir kandil gibi sönen hayalin –arzunun- yerini gerçeklik aldıkça “yanık ve buğulu” sesi de zamanla “götünden çıkmaya” başlar. Tam bu sıralarda bir teklif alır, bir pavyonda el ayak çekildiğinde, akşam yerini geceye ve sabaha bırakırken, ona tahsis edilmiş “minik bir köşede” nağme falan yapmadan şarkı söylemesi isteniyordur; pavyonları ve müdavimlerini resmeden şu fotoğraf karesi, leziz:
“Pavyonlarda daha önce çok çalmıştı Nuri; arabeski, fantezisi, oyun havaları, gürültüsü boldur pavyonun. Acının, kederin ve neşenin yoğun olduğu bu mekânların eğlencesi de coşkuludur. Trajik hayat hikâyeleri önce ağır arabesk şarkılarla depreşir, acılar katmerlenir, sigara dumanlarıyla havaya tül gibi bir melankoli yayılır. Konsomatrislerin viski niyetine ve ederine içtikleri elma suyunu saymazsak, alkolün kanda patladığı andan itibaren oyun havaları başlar, belki düğünlerde bile oynamamış bu koca koca adamlar, ağır abiler şakkıdı şakkıdı oynarlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde masalarda sızanlar, konsomatris kadınlara sarkanlar, onlarla bir gece birlikte olmak için bütün servetini dökmeye hazır olanlar, otel muhabbetleri, hesaba itiraz edenler, parası çıkışmayanlar, yaka paça dışarı atılanlar ve sonunda sessiz dingin bir aşama… Gece yerini gün ışığına bırakırken, işte tam bu sıra, zamanın, yaşamın yittiği, sesin sessizliğe dönüştüğü, dünyaya yarı açılıp kapanan gözkapaklarının tenhalığında pavyonun son programı için Nuri’nin sahne alması istenmektedir.”
Çıkacaktır o sahneye Nuri. Dinleyeni de göreni de azdır, tek başına söylüyordur şarkısını, şikâyetçi değildir ama bu durumdan. Kimsenin bağırtılara tahammülünün kalmadığı, herkesin “yorulup mayıştığı” bir eşikte, sesini bu yarı-ölü kitleye ulaştırmaya çalışmadan sanatını –kendini- icra ediyordur; “üç-beş sabahçının ya da konsomatrisin dönüp arada bir baktığı” sesi kısık bir “masa radyosuna” dönüşür zamanla; ama gecikmiş de olsa memnundur bu melankolik kazanımdan…
***
Kitaptaki bu ilk öykü bir bakıma Caner’in edebiyatla kurduğu ilişkinin de kodlarını ifşa eder: yazar geniş okur kitlelerine açılıp seslenmek, edebiyatta isim cisim mevki sahibi olmak, sahne almak derdinde değildir. Tek tek öyküler de gücünü bu tavırdan, bu geri çekilme, bir sınırda durma jestinden almaktadır. Ne var ki, kendi kudretinin farkındadır, ürkekliğinden yahut saygısından değil, sevgisinden eskilere –sözgelimi Orhan Kemal’e, Cemil Kavukçu’ya yahut esas babaya- sataşmaz, babaları sevgisiyle öldürmekten yana gibidir; bu eda onda bir sıcaklık rejiminin oluşmasına zemin hazırlar, merkez karakterlerin yanı sıra, çevre çeper tiplerin de hakkı gözetilir. Bu tutumu yerli yerine oturtmak için ille de bir çerçeve gerekiyorsa, Turgut Uyar yazmıştı: “kimsenin soyunu sopunu bulmak görevim değil / kendi öykümü düzenlemek yetiyor bana.” Yaşamdan nasibini alamamışların, arzuları ve istekleri kursaklarına dizilmiş insanların “soyunu sopunu bulmak,” yoksulluğun ve çaresizliğin arkeolojisini yapmak Cindoruk’un da görevi değil: yazmak bazen, hatta belki de çoğu zaman kişinin doğrudan kendi öyküsünü düzenlemesidir. Bu öykü elbette biricik ve dünyadan yalıtılmış değildir, aksine başkalarının yaşamlarına da uzanan, karşılaşmalarla şekillenip genişleyen bir bileşkedir. Bir öyküyü düzenlemek, onu sonsuza kadar kapatmak anlamına gelmediği gibi düzleştirmek, kusursuzlaştırmak da değildir: Cindoruk’un işlerindeki kimi defolar, tökezlemeler, -Uyar’ın lafıyla- acemilikler ve fireler de öykülerin yeniden düzenlemeye açık olduklarının işaretidir. Söze de zaten bu açıklıktan, bu ince çizgiden girecektir Cindoruk; her cümlede ruha işlemiş o kök-yoksulluğun duvarlarından bir tuğla daha düşüyordur belki ama, deneyimi zenginliğe dönüştürmek, hafızayı yazma hazzıyla tahkim etmek, bir iz bırakmak için bu tatlı ıstırap kaçınılmazdır. Dili köpürtmeden, nesneyi kanırtmadan, lüzumsuz bir siyasallaşmadan beri durarak, öznenin “kendi minik köşesinde” kendi şarkısını söylemesi: konsomatrislerin dönüp bakmasına tamah etmeyen bir radyo; kendi buğusu ve büyüsüyle olduğu kadar cızırtılarıyla da kâh barışık kâh kanlı bıçaklı…
***
Caner Cindoruk’un dile ve dil dolayımıyla da hakkında söz ürettiği nesnesine yönelik bu tavrı başlı başına güzel; yer yer dilde şehevi karıncalanmalar yaratabilecek, meselesini çok daha albenili kılabilecekken kendini bu zevkten mahrum bırakır. Gerdan kırarak cümle çatmak, nağme yapmak meşrebine ters. Gelgelelim vazgeçmek başka, feragat etmek başka bir süreçtir. Vazgeçişlere eşlik eden hırs ve hınç, kara çalma atakları, Cindoruk’ta feragat etmenin zarafetiyle alt edilir: pazarda terlik –incik cıncık- satılıyor, top oynamaktan ayakkabılar patlayıp babadan papara yeniyordur; okul masraflarını karşılamak için zengin (Riche Rich’lerin) evlerine Şarlo kıyafetleriyle gidiliyor, güreş minderlerinde “çift dalan” rakipler kişiyi afallatıyordur; duvarlarında Yılmaz Güney posterlerinin olduğu haneler hayal kırıklığına rağmen ısrarla bir umudu sürdürüyor, kavuşulamayan güzel kadınlar güzel delikanlılarının yüreğine kesikler atıyordur; Arap kâğıdına (OCB’ye değil) sarılmış “üçlü cigaralıkları it oturuşuyla” parmaklarının arasında tutanlar caka satıyor, azıcık insanca yaşamak isteyenlerin “rüyaları bozuluyordur”; “kışı fakir kışı olan Adana” gecelerinde “Sarhoş Trenleri”nde yalpa vuruluyor, Sümerbank Çırçır fabrikalarındaki işçilerin ciğerleri sönüyordur; “onca yoksulluk varken” öykü yazma derdine düşmüş işportacı bir baba ise haneyi çekip çeviren annenin kolundaki bilezikleri iki katını verme vaadiyle iç ediyor, işportacı yazar nihayet bir ödül alıyordur; bir gazeteci eve gelip röportaj yapıyor, iki dirhem bir çekirdek aile halkı “muhabirin önündeki koltuğa dizilip oturuyor” ve fotoğraf çekiliyordur…
***
Caner Cindoruk’ta tüm bu kesitlere incecik bir mizah eşlik eder. İyi ki de böyledir bu. Zira bu sayede yoksulluğun acılaşmaya, ses yükseltmeye eğilimli diline tampon yapılır. Siyasallaşacak bir öfkenin yolunun bazen düpedüz hüzünden, o sessizlik anlarından geçtiği ima ediliyordur, bu ima çaktırmadan bir beklentiye de göz kırpıyordur: herkesin utanmadan ve korkmadan kendi şarkısını söylediği, bir sesin diğerini bastırmadığı, seslerin yan yana, iç içe olduğu demokratik ve özgür bir toplum imgesi…
***
Varsın masa radyosu arada teklesin, hatta bazı boğulup bozulsun da, ama kökleri Adana’da atılmış, malzemesini oradan toplamış bir rüyaya –yazma heves ve arzusuna- yeniden başlamak, feragat etiğinin ve estetiğinin bilançosunu –fikirle daha haşır neşir- ikinci bir kitapla bir kez daha tartışmaya açmak için… Uzun sessizliklerin de kendi yasası var. Şair değil miydi şu dizeleri düşen: ağzında mendil tutan bir adam / biliyor şarkısız kaldığını… Galiba bu farkındalıktır kişiyi sessizlikten çekip alıp yeniden şarkı söylemeye teşvik eden; Cindoruk için de böyle, ama bu kez İstanbul’da…
[1] Caner Cindoruk, Sessiz Şarkıcı, İstanbul: Alfa Yayınları, 2018, s. 7.