Bu korkunç dünyayı anlamanın bir yolu kaldı mı acaba? Her gün bir yenisine tanık olduğumuz vahşeti, gaddarlığı, gözü dönmüşlüğü bildiğimiz sözcüklerle anlatmanın bir usulü, yöntemi, aracı? Kötülüğün böylesine sıradanlaşmasını, her şeyin çürümesini tarif edecek bir dile sahip miyiz hala? Neredeyse “Madem ki Tanrı var, o halde her şey mümkün/mübah” diyerek kendinden geçenlerin, masumları, çocukları gözlerini kırpmadan katledenlerin bu cehenneminden çıkabilecek miyiz? Öldürmenin, yok etmenin, ortadan kaldırmanın zevklerine böylesine batmış cinayet şebekelerinin aralıksız ürediği, çoğaldığı bu maneviyatı, bu ruhsal/zihinsel havayı/iklimi dağıtmak için nereden başlamalıyız? Gazze sokaklarında çocukların, Narin’in, hastanelerdeki bebeklerin, sokak hayvanlarının üzerine çöken, hepsini yutan aynı kara bulutu? Söz düştüğü ve bütün gücünü kaybettiği için, hiçbir konuşma muhatabına ulaşmadığı, kaydolmadığı ve tanınmadığı için toplumsal dokunun bütün hücrelerini istila eden, toplumsal ilişkilerin sıradan ve yaygın kipi haline gelen bu kör şiddet ve saldırganlıkla nasıl baş edeceğiz? Hiçbir şeyin asıl yerinde olmadığı, çivisi çıkmış bu dünyayı onaracak gücümüz var mı hâlâ?
***
Belki de doğanın en güçsüz, çaresiz, muhtaç ve uyumsuz varlığı olarak dünyaya gelir insan yavrusu.
“İnsan canlı varlığın/organizmanın olanaklarından pek çoğunu olağanüstü geliştirebilen bir üst-canlıdır. İnsan primat sonrası bir yaratık değil, bir üst-primattır. Yukarı primatlar arasında, velev ki dağınık, geçici, zaman zaman varolup kaybolan yetenekleri geliştirmeyi sadece o başardı.
İnsan orta boylu bir omurgalıdır. Uçmayı bilmez, derin denizlere dalmayı bilmez, kaplanlardan, atlardan, ceylanlardan daha az hızlı koşabilir. Ancak yeryüzünde hızla hareket edebilmeyi, denizlerde ve denizaltında dolaşabilmeyi, gökyüzünde uçabilmeyi mümkün kılan teknikler geliştirerek omurgalıların mevcut kapasitelerini aşmayı, o başarmıştır.”[2]
Demek insanın hikayesi kendi doğasından, doğadan, Şey’den koparak, verili doğasını aşarak kendini var etme ve yaratma hikayesidir. Erken doğmuş olmasını, muhtaç/çaresiz ve bağımlı varoluşunu telafi etmek, geride bırakmak için simgesel yapı ve ilişkilere yaslanarak, simgesele katılarak ve yaslanarak, simgesel düzenin anonim döngüsüne girerek, ama aynı zamanda simgesel/kültürel düzeni oluşturarak verili potansiyel, yetenek ve kapasitelerini aşma hikayesidir. Çünkü zaten Şey’den koptuğumuz ölçüde, koptukça, verili doğamızdan uzaklaştıkça şeyin/doğanın bilgisi, simgeselin/kültürün inşası mümkün hale geliyor değil midir? İnsanın, insanlar arası etkileşimlerin/temasların/karşılaşmaların derinliği ve yüceliği buradadır: Kendilerini aşan, kendilerinden fazla olan, ama aynı zamanda onları mümkün kılan aşkın/etik ilke ve değerlerin, evrensel bir ahlakın, demek aşılmaz yasak, sınır ve kuralların yaratılmasındadır. Bunların ortaklaşa hayatın değişmez referansları ve teminatları olarak herkesçe tanınması ve yer etmesindedir. Dünya, işte şimdi bu büyüsünü kaybediyor.
***
Modern öznenin sahneden çekildiği, yeni bir öznenin, yeni bir öznellik biçiminin, yeni bir ruhsal ekonominin ortaya çıktığı vasat bu. Sapkınlığı teşvik eden, sapkınlığın norm haline geldiği, bütün engellerinden ve kısıtlamalarından sıyrılmış ölüm dürtüsünün -içerilmek ve işlenmek yerine- dolaysızca eyleme döküldüğü ürkütücü zamanlar. Zevk aşırılığına gömülmüş öznenin, söz konusu bu bağımlılığını sürdürmek ve yoksunluk yaşamamak için mütemadiyen birbirinin yerine geçebilen yeni tatmin nesneleri arayıp durduğu, bu hummalı arayışın herşeyin önüne geçtiği insanlığın kara kışı.
Yine de şu soruyu sormalıyız: Söz konusu bu çürüme ve çözülmeyi düşünmek ve anlamlandırmak için sapkınlık uygun ve yeterli bir kavram mıdır? Yeni bir uygarlık ve insanlık siyaseti tanımlamak, yeni bir insaniyet zemini oluşturmak, kendimizi yeniden insanlık olarak düşünmeyi öğrenmek için?
[1] 5-6 Ekim tarihlerinde Halime Odağ Psikanaliz ve Psikoterapi Vakfı’nın İzmir’de düzenlediği “Sapkınlık” konulu sempozyuma katılmıştım. Bu yazıyı, düşünce alanımı ve ufkumu genişleten oradaki sunum ve tartışmaların esinlediği ve çağrıştırdığı fikirler eşliğinde yazıyorum.
[2] E.Morin-M.Ceruti; Bizim Avrupamız, Çev: Şirin Tekeli, İletişim, 2014, s.131