Mülâane
Polat S. Alpman

Fethullah Gülen ölmüş. Öldüğünün haberini duyduğumda aklıma ilk gelen şey “evlerini ateşler salsın” bedduasıydı. Gülen ve Gülenciler buna mülâane dediler. Kelimenin sözlük anlamı karşılıklı lanetleşme. Ancak İslam hukukunda mülâane, evli bir çift arasında gerçekleşen özel bir lanetleşme ritüelidir. Genellikle kocanın karısını zina ile suçlaması neticesinde gerçekleşen bir ritüel olarak tarif ediliyor. İslam Ansiklopedisi’ndeki tanım kısa ve net: “Kadının, kendisini zina ile itham eden kocasıyla yeminleşmesini ifade eden bir fıkıh terimi.” Bu kelimenin tercih edilmesinin ironik olduğunu düşünüyorum. Zira İslam fıkhında bir başka lanetleşme ritüeli daha var, mübahele. Kur’an’da da geçen bu lanetleşme, İslam Ansiklopedisi tarafından “bir tartışma esnasında haksız ve yalancı olanın Allah’ın lânetine uğraması için beddua edilmesi” şeklinde tanımlıyor. Bu arada fıkıh uleması mülâane sonrasında tarafların boşanmış kabul edileceğini belirttiğini de ekleyeyim. Gülen ve Gülencilerin Gülen’in beddua ayinini mübahele yerine mülâane kelimesiyle tarif etmeleri gerçekten ironik.

***

Gülen’in ellerini açıp sesini yükselterek ettiği duanın tutması ya da kabul edilmesi için gösterdiği gayret kendi tabanında etkili olmuş mudur, bilemiyorum ama genel kamuoyunda pek hoş karşılanmadığını hatırlıyorum. Sanırım Gülen’in bu performansı, uzun süredir oluşturmak için uğraştığı bilge, münzevi, hoşgörü abidesi dini önder imajından epey farklı bir görünüm sergilediği için toplumun geniş bir kesiminde yadırganmıştı. Tabii o zamanlar henüz terörist olarak tarif edilmediğini de hatırlamak lazım. En azından terörist olduğu konusunda bugünkü kadar genel bir kabul olmadığını hatırlıyorum. Bu bedduaya neden olan süreç ise bambaşka bir mesele, hatta bugün 17-25 Aralık denildiğinde birçok kişinin olup biteni hatırlayabileceğini bile sanmıyorum. Oysa hatırlayanların birçoğunun aklına geldiği gibi, Fethullah Gülen eğer 16 Aralık 2013 tarihinde ölmüş olsa bir dini önder ve kahraman olarak anılacak, bugün ardından sövme yarışına girenlerin büyük bir çoğunluğu onu övmelere doyamayacaktı. Bu da talihin bir ironisi olsa gerek.

***

Kabul etmek gerekir ki Türkiye’deki İslamcılık hareketi bakımından Fethullah Gülen ve Fetullahçılık hareketi birçok açıdan incelenmesi gereken bir sosyal hareket olageldi. Bunun köklerini Nurculuk hareketinin erken dönemi ve Türkiye’deki anti-komünist siyasetlerle birlikte düşünebiliriz, daha geriye götürmek de mümkün. Bununla birlikte Türkiye’deki İslamcılık kimliğinin belli bir versiyonunu temsil etmesi bakımından da Fetullahçılık önemli bir hareketti. Öyle ki, 15 Temmuz darbe girişimi öncesinde, karizmatik lider formunun önemli temsillerinden birini sunan Gülen’in çevresindeki bağlıları, müritleri ve sempatizanları kadar onu, daha doğrusu onun görüşlerini ciddiye almamakla birlikte sahip olduğu etki gücü nedeniyle onunla ortaklaşmaktan çekinmeyen geniş bir topluluğun olduğu bile söylenebilir. Bununla birlikte kadim ezelden beri çok farklı nedenlerle ondan nefret eden, onu ve hareketini tehlikeli kabul eden, nedenini tam olarak tarif edemese bile ondan huylanan bir başka geniş topluluktan da söz etmemiz gerek.

Fetullahçılık dışındaki İslamcılık hareketinin ise Gülen ve hareketi ile ilişkisini, farklı dönemlere göre ele almak gerekse de, özetle çekinik bir ilişki olarak tarif edebiliriz. Milliyetçi, muhafazakar ve merkez İslamcılık olarak tarif edebileceğimiz, dindarlığın yumuşak dokusuyla irtibatlı olan kesimler açısından Gülen ve hareketi hürmetle anılan, dershanecilik ve benzeri hizmetleri hayırla anılırken İslamcılığın Milli Görüş kanadı başta olmak üzere radikal uca doğru gittikçe hoşlanılmayan, sistemle fazlasıyla uyumlu olduğu düşünülen ve nihayetinde egemenlerin din adamı anlamına gelen “bel’am” olarak kabul edilen bir figüre dönüşmesiydi. Örneğin 90’lı yıllardaki birçok radikal İslamcı mecmuada Gülen’in “ajan” ve “gizli papaz” olduğuna ilişkin malumat bulabilirsiniz.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin henüz tek partileşmediği, Erdoğan’ın tek adamlaşmadığı dönemde Fetullahçılık hareketinin AK Parti’ye siyasi, bürokratik ve teknik olarak verdiği desteğin hem AK Parti’yi hem de Fetullahçılığı büyük bir dönüşüme uğrattığını öne sürebiliriz. Bu kazan-kazan ilişkisinin AK Parti’ye kazandırdıkları bir yana Fetullahçılığa kazandırdıklarının toplumun önemli bir kesimi için ne tür kötülüklere neden olduğuna ilişkin bugün elimizde uzun bir liste var. Ancak o zamanki haliyle Gülen Cemaati’nin faaliyetlerinin ve kötülüklerinin boyutlarını kestirmek pek mümkün değildi. Kemalistlerin basmakalıp eleştirileri ve inandırıcılıktan uzak komplo anlatıları ise olup biteni açıklamaktan uzaktı. Diğer yandan birçok kesim tarafından Gülencilik ve benzeri dini hareketlerin, Cumhuriyet’in din politikalarından kaynaklanan sorunların bir sonucu olarak ortaya çıktığı kabul ediliyordu. Eğer dini alandaki baskı ortadan kalkar ve bu alanın çoğulculaşması desteklenirse, bir başka ifadeyle cemaat, tarikat ve benzeri kapalı örgütlerin görünür hale gelmesine olanak sağlanırsa devlet ve dini örgütler arasındaki gerilimin ve güvensizlik ilişkisinin ortadan kalkacağı varsayılıyordu. Açıkçası, bunun büyük ölçüde gerçekleştiğini düşünüyorum. Ancak bu dönüşüm dini alanda çoğulculaşma halinde değil, dini alandaki birçok kapalı örgütün birer devlet aygıtı olarak ve özerkliklerini devrederek, dolayısıyla politik birimler olarak kamusal alana açılmalarıyla sonuçlandı.

Gülen Cemaati bu dönüşümü ve onun etkisini en fazla hisseden gruplardan biriydi. Henüz 2012’de Birikim’de Gülen Cemaati ile ilgili yazdığım bir yazıda AK Parti öncesi dönemde Gülen Cemaati’nin eleştirilmesinin sadece ‘iman sahiplerinin imanını pekiştirdiği’ne inanıldığını, AK Parti hükümetleri döneminde ise Gülenciliğin “hizmet”leri takdir edilen ve neredeyse pür sivil toplum girişimi olarak sunulan kalıba sığamadığını ve doğrudan politik aktörlerden biri haline geldiğini belirtmiştim. Kendilerinin politik etkisinin sonuçlarını gördükçe hem görünürlükleri hem de talepleri farklılaşan Fetullahçılık hareketinin belli bir süre toplumun önemli bir kesiminde çok kudretli, sorgulanamaz ve dokunulamaz bir örgüt olarak kabul edilmesi tesadüf değildi. 15 Temmuz’daki darbe girişimi biraz da bu iklimin sonucuydu.

Bunun başlıca nedeni Türkiye’deki İslamcılık hareketinin iki kanadında belirgin olarak öne çıkan siyaset stratejisinin etkili olduğu söylenebilir. Bunlardan ilki Milli Görüş çizgisi, politik iktidarı parlamenter araçları kullanarak, parti iktidarı yoluyla ele geçirmek; ikincisi ise Gülen Cemaati, politik alanın politik ilişkilerin dışında bir güç alanı olarak düzenlendiğini varsayarak, iktidarı üst bürokrasiyi ele geçirerek elde etmek. Erdoğan’ın “ne istediler de vermedik” şaşkınlığının arkasında kısmen de olsa bunun etkisinin olduğu öne sürülebilir. İktidar zaten “alnı secdeliler”in eline geçmişken ve her istediklerini elde edebilirken Gülenciler neden iktidarı ele geçirmek istesinler ki?

Buna verebileceğim esaslı bir yanıtım yok. İsmet Özel, Fethullah Gülen hakkındaki bir konuşmasında melunlardan biri olmadığımız sürece melanetin neye dair olduğunu öğrenemeyeceğimizi söylemişti. Haliyle gerçekte ne olup bittiğini, Hoca Efendi Hazretleri’nden Terörist Başı’na giden sürecin neden ve nasıl geliştiğini bilmiyoruz. Ancak bu sürecin Türkiye’deki İslamcılık hareketini temelden etkilediğini söyleyebiliriz. Bugün, bunun etkilerini birçok farklı düzeyde izleyebiliyoruz. Bütün bunlar olup biterken binlerce kilometre ötede yaşanan onlarca kötülüğün ve olup bitenlerin hesabını vermeden ölen Fethullah Gülen ise yaşamının son yıllarını hiç de alışık olmadığı bir itibarsızlıkla tamamlayarak öldü. Yıllar boyunca kendisinin ciddiye aldığı birçok çevre tarafından övgülere doyamayan ‘Hoca Efendi Hazretleri’ bir anda kınanan, tahkir edilen, aşağılanan bir nefret nesnesine dönüştü. Ellerini açıp yüksek sesle ve içli içli ettiği lanet, yaşadığı çaresizliği ve aslında ne kadar zayıf olduğunu gösteren bir kayıt olarak arşivlerdeki yerini aldı.

***

Peki, Fetullahçılık?

Fetullahçılık ölmez. O bir siyaset yapma biçimidir. Bugün FETÖ olarak isimlendirilmesi yarın bir başka isimle, inanç grubuyla ya da çeteleşmelerle, paramiliter örgütlerle karşımıza çıkmayacağı anlamına gelmez. Bu tür siyaset yapma biçiminin ölmesi, ortadan kalkması için Türkiye’de yaşamak konusunda ısrarlı ve istekli olanların demokrasi denen siyasal ve toplumsal düzeni talep etmesi, bununla tanışması, bununla yaşamayı öğrenmesi gerek. Talep etmeyi, talebinde ciddi ve kararlı olmayı küçümsememek gerek. Çünkü Fethullahçılık ve diğer dini örgütlenmeler, yalnızca dini liderlerin etkisi altında şekillenmiş hareketler değil, aynı zamanda Türkiye’deki siyasetin ve ekonomik ilişkilerin içerisinde gelişen ve şekillenen bir siyaset yapma biçimidir. Bu tür cemaatlerin ve örgütlerin temel dinamikleri, sadece Fethullah Gülen örneğindeki gibi dini önderin kişisel karizmasına ya da dindarâne performanslarına dayanmaz; aksine, bu kişilerin ve örgütlerin devletle kurduğu karmaşık ilişkilere, toplumdaki ekonomik güç yapılarıyla girilen ittifaklara ve iktidarın kontrolünü ele geçirme stratejilerine yaslanır. Bu nedenle Gülen’in ölümüyle sembolik anlamda bir şeyler sona ermiş olsa da bu ve benzeri yapıların ortaya çıkması ve varlığını sürdürmesi, Türkiye’deki devletin ve devlet-toplum ilişkisinin nasıl düzenleneceğiyle ilgilidir.