“Cevher”: Arzunun Gizemleri (1)
Erdoğan Özmen

“Arzu ne tatmin olma iştahı ne de sevgi talebidir; ilkinin ikincisinden çıkarılmasından kaynaklanan farktır arzu”

                                                                             Jacques Lacan

“Cevher” (Substance) filmini belki de şimdiki genel insanlık durumumuzun bir metaforu gibi düşünmeliyiz. Bir metafor olduğu ölçüde, demek ikame ettiği şeyin daha eksiksiz bir temsiline ulaşmak için, kendini alabildiğine keskinleştirmiş, iğrencin sınırlarında dolaşma, orada ikamet etme cesareti gösterebilmiş. “Kendinin en iyi versiyonunu yarat!” ve “Zevk al!” buyrukları etrafında örgütlenen, hepimizin içinde soluk alıp verdiği mevcut ideolojik/kültürel ortama tam cepheden saldırmanın usulleri, araçları üzerine düşünmek istemiş. Yönetmen söz konusu saldırının/eleştirinin hedefine ulaşmasının, izleyenleri etkilemesinin yolunu rahatsızlık vermekte, iğrenme/bulantı hissi yaratmakta (bazı sahnelere katlanmak bayağı zor çünkü) görmüş belli ki. Çünkü, benliklerimizi neredeyse bir deri gibi saran, “doğal” yaşam ortamımız haline gelmiş, biz farkında olmadan üstümüzde çalışan, işleyen, etkili olan bir ideoloji bu. Bu yüzden söz konusu ideolojiyi, onun içindeki konum, alışkanlık ve tavırlarımızı tanımak ve teşhis etmek bünyevi olarak sarsılarak, ters yüz olarak, içi dışına çıkarak ancak mümkün olabilir değil midir? Demek,  böylesi bir bedensel dolayım ve kısa devrenin (film boyunca bedeni kat eden, maruz kaldığımız iğrenme ve bulantı hissinin) söz konusu ideoloji eleştirisinin zihinlere nüfuz etmesinin koşulu gibi düşünüldüğü bir film bu. Devasa ölçeklerde işleyen, etkili olan ve tabi kılan kapitalist söylem ve onun akıbetleri/yıkımları karşısında çaresizce çığlık atmak. Belki de belli bir anlamda bir acziyetin ve güçsüzlüğün böyle güçlü ve şiddetli biçimde dışavurulması. Şiddetin zavallılığımızı ifade edecek bir araç gibi görülmesi. Çünkü, belki de o acziyeti, başarısızlığı, tabiyeti, güçsüzlüğü kabullenmek ve teslim etmek mevcut insanlık durumumuz üzerine düşünmenin, kendimizi yeniden insanlık olarak düşünmeye başlamanın ilk hakiki adımı olacaktır.

Her birimizi kendinin girişimcisi olmaya çağıran, sahip olduğumuz benlik değerinin piyasa ve sahne/vitrin değerinden ibaret olduğuna inandıran, mütemadiyen kendine karşı kışkırtan, kusur, başarısızlık ve yetersizliklerimizi paralize edici bir utanç duygusunun terimlerine tercüme eden ve tüm bunları sınırsız bir özgürlük kisvesi/yanılsaması eşliğinde pazarlayan bir rejimin kuklalarıyız uzun süredir. Bireysel performanslarımıza indirgenmiş/eşitlenmiş haldeyiz. Ne hazin ve zavallı bir varoluş biçimi bu. Performans öznesi olmak, tüm gücünü ve enerjisini seferber ederek kendini mükemmel performansların (demek ki muhtelif teşhirciliklerin de) öznesi olarak inşa etmeye çalışmak her türlü ortaklığı ve kolektif eylemi/davranışı, ötekiyle her türlü bağ ve ilişki imkanını daha baştan dışarıda bırakmak değil midir? Saf bireyciliğin en üst mertebesi bu. Bir başınalığın ve yalnızlığın da. “Ben”in, çıpaların ve referansların kaybolduğu bir vasatta yüzergezer, akışkan ve istikrarsız bir varoluşa sıkışması bu yüzdendir: Ötekinin bize yönelen özeni, tasası ve sevgisinden mahrum olmak, “ben”e sürekliliğini, istikrarını, doluluğunu sağlayan  bütün dayanak ve içeriklerden de mahrum olmaktır çünkü.    

Sol siyasetin bile bir performans sahnesi/sahası olarak görülmesi ve tasavvur edilmesi, genellikle bağıra çağıra yapılması ne üzücü! Güçsüzler, kimsesizler, sesi kısılmışlar ve yoksullarla her türlü bağ ve yakınlığı, dahası o bağ, ilişki ve yakınlığın her türlü ihtimalini/koşulunu/aracını peşin peşin yok saymak ve inkar etmek değil mi bu? O arayışa ve meraka gönül indirmemek.. Giderek siyaseti bir uzmanlık ve profesyonellik alanı olarak, sıradan insanların üstünde/uzağında konumlandırmak.. Oradaki özdeşleşme/bir olma ve empati imkan ve vaatlerini ıskalıyor olmayı hiç umursamamak.. Temel bir tavır olarak bu inceliklere/alçakgönüllülüğe tenezzül etmemekle bunun farkında bile olmamak arasında uzanan geniş bir yelpazeden söz ediyorum, sol siyasetin zeminlerini aşındırıp duran alışkanlıklardan ve içgörü kayıplarından. 

Bu mudur hak ettiğimiz? Kendimizi, sürekli üzerinde çalışarak eksiksiz ve mükemmel bir ürüne dönüştürmek için didinip durmak. Otantik, hakiki benliklerimizle üzerinde çalışılmış, bir ürün vasfı edinmiş, harici destek ve protezlerle yapay bir biçimde dönüştürülmüş benliklerimiz arasındaki sınırlar bulanıklaştığında, geride kendimizi temellendirebileceğimiz hiçbir zemin kalmaz ki. Yönümüzü, ideallerimizi, amaçlarımızı belirlemek için ihtiyacımız olan temel tözü/cevheri asıl o zaman kaybetmiş oluruz. Asıl o zaman akıbetimiz tam bir depresyon ya da çöküştür. Günümüzün en yaygın ruhsal ızdırabının depresyon olması, anti-depresan ilaç tüketiminin böylesine artması bir de bu yüzdendir: Benlik inşasını mümkün kılacak eylem/ilişki kapasitesini tetiklemek, virtüel potansiyelleri edimselleştirmek için sınırlarını ve maddesini kaybetmiş ve akışkan hale gelmiş bir varoluş yalnızca külfettir çünkü.