“Bitlerle pireler madamlarla müsüler.”
Metin Eloğlu
Birkaç yıl önce, İzmir’de geçirdiğim yıpratıcı aylar esnasındaydı, güzel kız kardeşimi daha yeni toprağa vermişiz, sonradan kaybedeceğim ağabeyimse hâlâ yoğun bakımda. Tepecik Eğitim Araştırma Hastanesi’nin bahçesindeki banklara iyice aşinayım artık, hatta sevdiğim kimi banklarda başkalarının oturduğunu görünce kıskanır hale gelmişim. Zavallılığın sonu yok. Arada bir gelip yanıma oturan yabancı simalar oluyor; bir adam ya da bir kadınla zarif bir işkence seansı başlıyor: yerdeki parke taşlara ya da az ilerdeki bir ağaca bakarken, bir süre sonra eller, dizler ve bakışlar uyumlu bir tereddütle titreşiyor: bu uğursuz sessizlik bozulsa mı acaba? Ama ilk kim başlatacak, konuşma günahını ilk kim işleyecek: “sigara içer misiniz? Yakınınız mı? Hastanenin çayları içilmiyor…” Ağızdan çıkar çıkmaz yere çakılan kelimeler geçidi: dünya bazen yalnızca hastanelerden, banklardan ve sessizliklerden ibaret.
***
Ne var ki, en fenası ne sessizlik, ne kötü çaylar, ne de banklar: mendebur dalgınlık… Yorgunluktan, kaygılardan, sonu gelmez fikir ve hislerden savrulmuş bir vaziyetteyim; dalgınlığın hafızayla oynadığı oyunda mağlupken, bir öğle sonrasında birden telefonum çalıyor. Bir vakitler Kürt Siyasi Hareketi’ne aklını efkârını, eylemini ve hapis yıllarını vermiş, uzundur görüşmediğim ama hep ve hâlâ sevdiğim bir arkadaşımın sesi dalgınlığımın saçlarını okşuyor, bankta tanıdığım biri var: “Arabayla gelip seni alayım, fabrikayı gezdireyim sana, kafan dağılır.” Ben hep proleter kökenli bir küçük burjuvaydım, iki tek filtre kahve gibi zevklerimden taviz vermemiştim, hiçbir siyasi harekete hukuken bağlanmadım, sünepe âşıklar gibi çoğun uzaktan sevdim devrimcileri, hal böyleyken telefon kulağımda, çıfıt çarşısına dönmüş zihnime üşüşen kirli-agresif düşüncelerin önünü alamıyorum: Ne oldu bunca yılda bu adama, devrim yapamayınca fabrika mı açtı? Halk otobüsü dururken araba neyin nesi? Belliydi gerçi, Oğuz Atay okurdu bu, Fakir Baykurt neyine yetmiyordu? Sinirlerim laçka. Zor bir eşikte imdada yetişen bir ses neticede, dostların selamı sabahı, akçesi harçlığıyla ayakta duruyorum zaten, kıymetini bilmeli; pasaklı meraklara dur deyip: “iyi madem, gel al”, diyorum; öyle ya, hiçbir şey olmasa da kafam dağılır…
***
Emniyet kemerimi bağlayıp kurulduğum koltukta aklımın duvarları içeriye doğru ağır ve kof yıkılıyor; tatsız kentin sureti hepten can sıkıcı, sağı solu kaplamış ucube binalar toprağa gelişigüzel saplanmış çiviler gibi. İnce marazlı yağan bir yağmurda Yeşilova taraflarına doğru gidiyoruz. Az sonra şehir bitip bomboş araziler başlıyor, şoför mahallindeki arkadaşım konuşuyor, herkesin yabancılaşması kendine, arada dalıyorum, kimdi bu adam, kaç yıl oldu görüşmeyeli, neler yaptı, hiçbir fikrim yok, yoksa hâlâ bir bankta mıyım, yurtdışına nargile tütünü üreten bir fabrikaymış, ortam iyiymiş, büyüyüp gelişiyorlarmış, yönetim işleri arkadaşımdaymış, çelimsiz zihnim neyse ki bir soruyu kotarıyor: “müdür müsün yani?” Mahcup bir cevap: “onun gibi bir şey.” Sessizlik. Biraz daha sessizlik. Cascavlak toprak parçaları iç kıyıcı, konuşmak hâlâ bir kaçış çizgisi, hoş bizimkisi çizgi değil, cızık, yine de ısrarlıyız; patronlar da bizim arkadaşlardanmış, yeri de güzelmiş ve severmişim; arabada sigara yakmamın mahsuru yokmuş, bir kafes hayvanı gibi boynumu camdan uzatıp dışarı bakıyorum, derin bir nefes alıyorum sigaramdan, rüzgâr alnıma meydan okuyor, içeri çekiliyorum, içeri gömülüyorum, arkadaşım hâlâ konuşuyor, kafam dağılmıyor…
***
Çift şeritli yolda genişçe bir kavis yapıp kapısında güvenlik kulübesinin olduğu bir yapının önünde duruyoruz, emniyet kemerimi söküyorum, fabrikanın girişindeki sürmeli uzun kapı açılıyor, bizimki güvenlikle şakalaşıyor, irice bir köpek gelip arabanın etrafında sıçrayıp eğleşiyor, zararsızmış, ben de öyleyim, iniyorum arabadan, aval aval etrafa bakıyorum, artık bir turistim, rehberim de yanımda, genişçe bir bahçeye adımlıyoruz, duvar diplerinde ağaçlar çiçekler sıralanmış, sağda yılbaşı paketinden yeni çıkmış gibi duran bir kameriye, kimse yok etrafında. Karşımızda büyükçe bir bina var, tapınak orası olmalı, binanın Charles Dickens’ın red brick, red brick diyerek hayıflandığı sevimsiz kızıl tuğlalarını rehberim ballandıra ballandıra anlatıyor: 19. yüzyıl İngiliz tarzı bir mimarisi varmış fabrikanın. Bravo. Zevkler incelmiş, iyi de ben dümdüzüm. Şifreli bir kapıdan tapınağın içine giriyoruz, koridorlar, asansörler; bilmem kaçıncı katta banka düzeniyle kurulmuş bir açık ve steril ofis, bölmelerle ayrılmış çalışma muhitleri, insanlar (prekarya) takdim ediliyor, isimleri aklımda tutmam mümkün değil, can çekişen bir zarafetle hepsine tebessüm ediyorum, ofiste kediler var, gereklilermiş, enerjiyi alıyorlarmış, ne enerjisi, cevap yok; kahveler geliyor, oradan buradan, işlerden güçlerden, tabii hâlâ politiğiz, bölgelerden süreçlerden de konuşuyoruz, business daima başımızın tacı; Brezilya’ya, Almanya’ya, İspanya’ya ve dahi benim için haritada alelade bir noktadan farksız yığınla ülkeye ihraç edilen nargile tütünlerinden bahsediyor rehberim, artık iyice eminim, hayatımda hiç içmediğim nargile tütünlerini merak eden bir gezginim ben: hatta Batılı beyaz adam bizzat benim; nargile marpuçları da satıyor musunuz? Rehberim anlayışlı, nüktedan, kalk seni üretime de götüreyim diyor, aşağıya iniyoruz, kafam hâlâ dağılmıyor…
***
Büyükçe bir üretim ünitesi, işçilerin yüzlerinde maskeler var, kimileri astronot kıyafeti giymiş ve uzay boşluğundalarmış gibi hareket ediyorlar, orada burada nargile tütün balyaları, kimyasal variller, alet edevat, dönüp duran çarklar, silindirler, garip sesler: kesinlikle makinalaşmak istemiyorum, iyisi mi çıkalım, çıkıyoruz. Fabrika sahanlığındaki irili ufaklı, şirinler köyündeki evleri andıran kimi yerler menzilimize giriyor. Yurtdışından gelen potansiyel tütün alıcılarıyla toplantı ve gösteri yapmak için inşa edilmiş aşırı şık bir yere giriyoruz, şömineler, koltuklar, kanepeler, sehpada sere serpe dergiler, şuraya biraz uzansam mı, duvarlarda nargile şişeleri, tablolar; kısa sürüyor ziyaretimiz, dalgın zihnime bu kadarı bile mükâfat, tekrar ofise dönüp ardından fabrikayı terk edeceğiz, turizm bitmek üzere, hâlâ kayda değer tek bir fotoğraf karesi bile çekememişim, ruhum bir aile albümü kadar boş ve dolu...
***
Ofise dönerken tünel gibi bir bölmeden geçiyoruz, içerisi loş: piknik alanlarında görülen türden, karşılıklı oturulan upuzun bir masa; masada konuşlanmış kadınlı erkekli işçiler: çay molasındalar, yüzlerinde maske yok, yeraltından yeni çıkmış gibiler, işçi değil, birer karaltılar, bir an heykeller gibi bakışıyoruz, donuk ve yabanıl; neticede Batılı bir beyaz adamım, merak ediyorum, kim bunlar, onlar da beni merak ediyor olmalılar, ne de olsa müdürün yanındayım, ama üzerimdeki kıyafetler evlere şenlik, yurtdışından gelmiş olamam, sahi ben nerden geldim buraya? Arkadaşım hiçbirinin adını takdim etmiyor. Bir öbek adsız –ve muhtemelen dilsiz dudaksız- canlı; çok da hareketli sayılmazlar zaten, suyu çekilmiş limonlar gibi dizilmişler masaya. Yerin kulağı var, rehberim yanıma yaklaşıp fısıldıyor: Şırnak Cizre’den, malum hendek savaşları döneminde, şehirlerarası benzin kamyonlarının tankerlerinde saklanarak geldiler buraya, kafam az biraz dağılıyor…
***
Demek İrlanda’dan buraya kadar kamyon tankerlerinde, bak şu İngilizlerin yaptığına, neyse ki ben İtalyanım. Bir gün öncesinde orada yoksul İrlandalı iken sabah burada proleter: Kafka gelip dönüşüm görsün. Elbette “an değil, tarih” (o kadar da boş değiliz) ama bir gün öncesiyle bir gün sonrası, yoksuldan proletere bu ne acele, kaçıncı yüzyıldayız? İçimdeki sosyolog saha çalışmasına kışkırtıyor, gidip hepsiyle tek tek konuşmak, hikâyelerini kayda almak, dillerini sökmek istiyorum, ama içimdeki külüstür diyetisyen yakamdan tutup sarsıyor, damar tıkanıklığı uyarısı yapıyor, siniyorum, seyahat özgürlüğü büyük bir lütuf, bunla teselli ediyorum kendimi, derken müzelik bir laf bir kelebek gibi konuyor ellerime: proletaryanın vatanı yoktur! Tren vagonları ya da kamyon tankerleriyle de olsa illa ki bir vatan bulunur; hem yaşadıklarına, bir lokma ekmek, başlarını koyacak bir yer bulduklarına şükretsinler...
***
Küçük burjuvayım ama köklerim proleter (sırf bu köklerim açığa çıkmasın diye terapiye gitmiyor, nevrozla idare ediyorum) Malatya’da kayısı işçiliği, Giresun’da fındık ırgatlığı, turizm bölgelerinde şu bu yapmışlığım var. Nitekim o adsız ve sessiz canlılarla daha ilk karşılaşmada kendini duyuran bir yakınlık var aramızda: bedenlerimiz. Rehberime ve bizim arkadaşlardan olan patrona rağmen, konuşmuyor ama bakışlarımızla anlaşıyoruz İrlandalı işçilerle, ben şimdi müdürleyim ama aslında değilim, içerideyim ama dışarıdayım ve evet evet şimdilik belki birbirimizi yiyoruz ama ilk fırsatta biz zenginleri yiyeceğiz. Rehberim, pardon müdürümüz seziyor aramızdaki bu yamyamlık enerjisini –neticede kedisi var-, toplu bir bakış atıyor hepimize: iğrençsiniz…
***
Mevzu yemekten açılmışken, huysuz Adorno “yoksullar karınlarını doyurmak için kelimeleri çiğnerler,” diyordu. Okkalı bir fikir. Estetik beğenisi, ahlaki duyuşu yüksek bir adam Adorno, terbiyesini bozup da kelimelerle geviş getirirler demiyor da çiğnerler diyor, haklı olabilir: madem zenginler konjonktür icabı yenemiyor, az daha mı kelime çiğnense, edebiyat paralamak, birilerine laf anlatmak ya da sakil bir hınç erotizmi sahnelemek için değil, ekseriyet hasıraltı edilen bir imgeyi –günahı ve sevabıyla- yeniden sorunsallaştırmak, siyasal tahayyüldeki yerini hatırlamak için: nedir şu yoksulluk denen şey, kimdir yoksul; bir dilleri, bir adları var mıdır aç karınlarını kelimelerle doyuran bu karaltıların?