Bahçeli liderliğinde 1 Ekim 2024 tarihinde TBMM’nin açılışında başlayan Devlet Girişimi’nin arkasındaki dinamiklerin ne olduğu geçen hafta Esad rejiminin düşmesiyle birlikte daha da netleşti.
Bahçeli’nin başlattığı girişime ilişkin tartışmalarda bugüne kadar iç dinamiklere vurgu yapılsa da çoğunlukla dış dinamiklerin altı çizildi. 7 Ekim 2023 tarihindeki Hamas saldırısının doğurduğu “askeri ve siyasi fırsatı” büyük bir iştahla kullanan İsrail, İran liderliğindeki “Direniş Eksenini” birçok alanda kırdı. Gazze’deki Hamas yönetimi ile Lübnan’daki Hizbullah yönetimini telafisi zor düzeyde gerileten İsrail, Suriye’de de İran mevzilerini büyük oranda dağıttı.
Bölgesel Değişim: İkinci Dalga
Suriye’de 8 Aralık 2024 tarihinde Esad rejiminin düşmesi ve Şam Kurtuluş Heyeti’nin (Hey'etu Tahrîri'ş-Şâm – HTŞ) merkezi yönetimi ele geçirmesiyle birlikte 7 Ekim 2023 tarihinde başlayan bölgesel değişimlerin ikinci evreye girdiği söylenebilir. Daha açık bir ifadeyle Esad rejiminin düşmesinin sonuçları, İsrail’in Gazze-Lübnan-İran ekseninde yürüttüğü savaşın sonuçları kadar bölgesel düzeyde değişim potansiyeli taşıyor.
Bu potansiyelinin ne olduğunun şifreleri HTŞ’nin 12 gün gibi kısa bir zaman dilimi içerisinde İdlip’ten çıkarak önce Halep ve Hama’yı, ardından Humus ve Şam’ı ele geçirme sürecinde saklı.
HTŞ’nin Şam’a yürümesi ve dikkate değer bir direnişle karşılaşmadan Esad rejimini düşürmesi Barış Özkul’un detaylandırdığı üzere bir yönüyle iç dinamiklerle ilişkili. Bununla birlikte esas olarak, uzun yıllardır yüzbinlerce cana ve milyonların yerinden edilmesine sebep olan vekalet savaşlarını yürüten güçler arasında bir uzlaşının olduğuna işaret ediyor. Esad rejiminin düşüşünü sağlayan ana dinamiğin bu anlamda ABD ile Rusya arasındaki uzlaşı olduğu söylenebilir. HTŞ’nin ilerleyişini durdurma kapasitesi olan Rusya’nın Esad yönetiminin beklediği desteği sunmaması, bununla birlikte Akdeniz’deki üstlerini koruması, öte yandan İsrail yönetiminin stratejik önceliklerinin karşılanması bu uzlaşının en önemli göstergeleri.
Bu noktada Rusya’nın Esad yönetimine olan desteğini çekmesini Ukrayna savaşıyla birlikte okumak gerektiğini ve müzakerelerin ve varılan anlaşmaların Ukrayna’yı da içerdiğini not etmeliyiz. Muhtemelen Suriye’deki değişimin ilk yansımasını Ukrayna sahasında göreceğiz.
Alanını Genişleten İsrail
İsrail’in bölgesel ölçekteki stratejik önceliğini İran liderliğindeki “Direniş Ekseni”nin gücünün kırılması oluşturuyor. Sınır ötesindeki operasyonel gücü büyük oranda dağıtılmış bir İran ve devrilmiş bir Şam yönetimi, bölgesel ölçekte değişen siyasi ve askeri konfigürasyonun İsrail lehine bir tablo ortaya çıkardığını gösteriyor.
HTŞ’nin Şam’ın yönetimini ele geçirmesiyle birlikte İran ve ittifak gücü Hizbullah bir bütün olarak Suriye’de savaşı kaybettiler. Golan Tepeleri’nin “sonsuza kadar İsrail’in ayrılmaz parçası” olduğunu iddia eden İsrail yönetimi bir yandan Şam’ın 20 km yakınlarına kadar konumlanmışken bir yandan da Suriye’nin askeri altyapısını çökertmeye dönük saldırılarını sürdürüyor. Özetle, Netahyahu yönetimi Esad rejiminin devrilmesini askeri ve siyasi fırsata çevirdi ve etki alanını dikkate değer düzeyde genişletti.
Masaya Dönen Ankara
İsrail’in yanı sıra, Şam’da ortaya çıkan yeni denklem, Ankara’ya Suriye’de yeniden oyun kurucu aktör olma imkanları sundu, sunuyor. Uzun zamandır ABD-Rusya dengesinin izin verdiği ölçülerde sahada bulunan, öte yandan oyun-kurucu bir aktör olmaktan ziyade oyun-bozucu bir aktör konumunda kalan Ankara yönetiminin manevra alanı genişledi. Her şeyden önce Rusya ve İran, Suriye sahasından çekilirken ABD ve İsrail dışında kalan tek ülke Türkiye.
Türkiye’deki Suriyelilerin ülkelerine dönüşlerinin hızlanması tek başına hem Erdoğan yönetimi hem de Ankara için önemli bir siyasi kazanım. Bu dönüşlerin önümüzdeki günlerde hızlanacağı dikkate alındığında, iç siyasette büyük bir baskı unsuruna dönüşen ve önümüzdeki seçimlerde Cumhur İttifakı için önemli bir risk alanı haline gelme potansiyeli olan sığınmacılar meselesinde hükümet nefes alma olanağına kavuştu.
Öte yandan, Türkiye için Suriye Demokratik Güçleri (SDG) yönetimindeki Rojava bölgesini coğrafi, demografik, siyasi, idari, ekonomik ve askeri alanda daraltma fırsatı çıktığı söylenebilir. Nitekim SDG’nin Tel Rıfat ve Minbiç’ten çekilmesi, Halep Kürtleri ile Rojava bölgesi arasındaki lojistik hattın kesilmesi Rakka ve Deyrezor üzerine süren tartışmalar Türkiye’nin Suriye Milli Ordusu (SMO) ile birlikte Rojava yönetimini daraltmayı hedeflediğini gösteriyor. Başta Erdoğan’ın açıklamaları olmak üzere Ankara’dan gelen mesajlar zaten bu hedefi açıkça ortaya koyuyor.
Ankara’nın Sınırları ve Türkiye’nin Riskleri
Bununla birlikte, Türkiye’nin kazanımlarının sınırlı ve göreli olduğu söylenebilir. Ötesi, önemli riskler içerdiği iddia edilebilir. Her şeyden önce, komşu ülke Suriye’de IŞİD ve El Kaide uzantısı köktenci İslamcı örgütlerin yönetime gelmesi orta ve uzun vadede Türkiye açısından en iyimser tahminle belirsizliği artırıyor ve riskler içeriyor. Zira, komşuda yükselen radikal İslamcılığın Türkiye içerisine taşma ihtimali bulunuyor.
Esad rejiminin düşüşünden sonra Türkiye’de yapılan kutlamalar, Suriyeli nüfus içerisinde söz konusu örgütlere dönük sempatinin dikkate değer düzeyde olduğunu gösteriyor. Bu nüfusun önemli bir kısmının Türkiye’de kalacağı dikkate alındığında, radikal İslamcılığın orta vadede Türkiye’de risk oluşturma potansiyeli taşıdığı söylenebilir.
Radikal İslamcılığın sınır içinde ve dışında yükselme ihtimalinin taşıdığı riskler bir yana, ABD ile Rusya arasında sağlanan mutabakatın kendisi de Türkiye’nin sınırlarını belirliyor. Türkiye’nin oyun kurucu bir aktör olarak Suriye masasına dönme arzusunun hayat bulması Türkiye’nin sağlanan mutabakata uyum sağlama kapasitesine bağlı.
Bu sınırın mevcut durumda en görünür yüzü SMO ile HTŞ arasındaki farklılıklar ve sınırlar. Ankara’nın desteklediği SMO’nun Tel Rıfat ve Mınbiç’e girmesine ABD ve Rusya’dan dikkate değer bir itiraz gelmedi. Buna karşın, Halep, Hama, Humus ve Şam’a dönük operasyonda SMO dışarıda bırakıldı. HTŞ’nin kurduğu geçici hükümet içerisinde de SMO yer almıyor. HTŞ ve SMO arasındaki ilişkilerin geleceği ise şimdilik belirsiz. Rojava ile birlikte düşünüldüğünde, ayrıca Evren Balta’nın dikkat çektiği üzere önemli riskler ve gerilimler taşıyor.
Ankara’nın mevcut durumda yeterince görünür olmayan sınırları ise HTŞ ve Rojava meselesinde ortaya çıkacak gibi görünüyor. Radikal İslamcı grupların Suriye’de tutulması konusunda ABD-Rusya arasında bir uzlaşının sağlandığı iddia edilebilir. Bununla birlikte söz konusu mutabakat HTŞ başta olmak üzere radikal İslamcılığın dönüşümünü de içeriyor. Zira, IŞİD deneyiminde görüldüğü gibi Suriye ve Irak’ta yükselen radikal İslamcılık buralarda kalmıyor, Paris’e, Brüksel’e, Berlin’e, Londra’ya ulaşıyor. HTŞ’den gelen ilk mesajlar bu savı güçlendiriyor. Bu durumda hem İsrail’in zayıflamış bir Suriye beklentisini karşılamak hem de radikal İslamcılığı sınırlandırmak için HTŞ liderliğindeki Şam yönetiminin doğuda seküler Kürt yönetimi, kıyı şeridinde Aleviler, güneyde Dürziler, merkezde seküler Sünni-Araplar tarafından dengelenme ihtimali bulunuyor. Bu anlamda parçalı ve ademi merkeziyetçi bir Suriye yönetimi ihtimali artıyor.
HTŞ ve SDG arasında bir uzlaşının sağlanması durumunda Türkiye’nin manevra alanının daha da daralacağı öngörülebilir. Taraflardan gelen mesajlar, ABD ve İsrail’in her aktörle kurduğu ilişkiler dikkate alındığında bu ihtimal göz ardı edilmemeli.
Öte yandan, Suriye Kürtlerinin geleceği Şam yönetimi meselesiyle sınırlı değil. Zira, Suriye Kürtlerinin geleceği hem Irak Kürdistan Bölgesi’nin geleceği hem Türkiye’nin Kürt meselesinin seyri hem de İran’ın sınır ötesi askeri ve siyasi operasyonal kapasitesiyle doğrudan ilişkili.
Ankara ve “Dış Kürt Sorunu”
Burada temel soru şu: Türkiye’nin Rojava’ya dönük stratejisi daraltılmış ve sınırlandırılmış bir Rojava ile uzlaşmayı mı kapsıyor yoksa bir bütün olarak Rojava’nın tasfiyesini ve Suriye Kürtlerinin yeni Şam yönetiminin dışında kalmasını mı hedefliyor?
2011 yılından bu yana ABD’nin politikaları irdelendiğinde, ABD’nin Rojava’dan vazgeçmeyeceği söylenebilir. Körfez Savaşı sonrasında, Türkiye’nin tüm itirazlarına rağmen Irak Kürdistan Bölgesi’nin ABD desteğiyle de facto bir statüye kavuştuğu, ardından 2003 yılından itibaren bunun de jure bir yapıya dönüştüğü dikkate alındığında, ABD’nin bölgedeki varlığının kalıcı olduğu da iddia edilebilir.
Nitekim, Suriye özelinde son 10 yılda ABD’nin bir yandan Rojava yönetimini himaye ederken, öte yandan Ankara ile ilişkileri koruduğu görülüyor. ABD bugüne kadar ne Ankara’yı yok sayarak Kürtlerin önünü sınırsız ve kontrolsüz olarak açtı, ne de Ankara’nın talebini dikkate alarak Rojava yönetiminden vazgeçti. ABD’nin tercihinin Ankara ve Suriye Kürtleri arasında işbirliğine dayalı bir ilişkinin kurulması olduğu söylenebilir.
Ankara’nın tercihine bağlı olarak ABD bu denge siyasetini bir süre daha yürütebilir. Öte yandan Suriye’deki yeni denklem hem Irak Kürtlerini hem de Suriye Kürtlerini güney hattından İsrail ile yakınlaşmaya zorluyor. İran’ın bölgesel ölçekte güç kaybetmesi bu ihtimali artırıyor. İsrail yetkililerinin yaptığı açıklamalar da bu seçeneği güçlendiriyor.
Özetle, Kürtlerin ABD ve İsrail’e bağımlılığının arttığı bu denklemde Türkiye’nin yapacağı tercih Kürt meselesinin sınır ötesi bağlamda orta ve uzun vadeli formasyonunu belirleyecek. Türk devleti ve siyasetinin büyük bir meydan okumayla karşı karşıya kaldığı söylenebilir.
Büyük Devlet Girişimi ve Küçük Hayatlarımız
Bu noktada Ankara, bölgede yükselen Kürt dinamiğini bir risk olarak değil fırsat olarak değerlendirebilir ve Suriye ve Irak Kürtleriyle dostane ilişkiler kurarak tarihsel Kürt meselesini sınır ötesi düzlemde çözüme kavuşturabilir. Böylesi bir siyasi tercih hem büyük kayıplara ve acılara sebep olan Kürt çatışmasını sonlandırabilir hem de Türkiye’yi ekonomik ve siyasi alanda bölgesel bir çekim merkezine dönüştürebilir.
Türkiye’nin böylesi bir siyasete yönelmesi Irak ve Suriye’nin yeniden inşasına da katkı sunar. Irak’ta Saddam rejiminin yıkılması üzerinden 21 yıl geçti, Suriye iç savaşı ise 13 yılı geride bıraktı. Her iki komşu ülkede uzlaşının sağlanması ve istikrarlı bir devletin kurulması, büyük acılar ve kayıplar yaşayan milyonlarca insanın yeni bir başlangıç yapmasını mümkün kılar. Türkiye’de temel haklardan mahrum, ağır eknomik ve sosyal koşullar altında yaşayan Suriyelilerin ülkelerine dönüşlerini ve hayatlarını yeniden kurmalarını kolaylaştırır.
Öte yandan, Ankara’daki mevcut risk algısının devam etmesi durumunda hem Kürtler hem de Türkler için açılan bu tarihsel fırsat penceresi berhava olabilir. Bu durumda, Kürt meselesi bölgesel siyasetin ana çatışma alanlarından biri olarak kalır ve hem bölgesel hem de küresel aktörler için “işlevsel bir siyasi yatırım alanı” olarak kalmaya devam eder. Suriye’de Esad rejimi sona erse de Irak’ta olduğu gibi istikrarsızlık yıllara yayılabilir. Türkiye’de belirsizlik içerisindeki hayatlarımız en az bir kuşak için kayıp gider.
Türkiye mevcut askeri, siyasi, ekonomik ve diplomatik gücüyle kuşkusuz Kürt siyasetinin bölgesel ölçekte önünü alabilir. Bununla birlikte, Kürtlerin bölgedeki nüfus büyüklüğü ve coğrafyası, sosyal ve siyasal mobilizasyon kapasitesi, tarihsel direniş geleneği, küresel düzeyde kazandıkları sempati ve destek, ayrıca bölgede ortaya çıkan yeni ittifak dinamikleri dikkate alındığında böylesi bir siyasi tercih Ankara için meseleyi sadece öteler.
Öteleme Türkiye’ye zaman kazandırabilir, ama siyasi, sosyal, ekonomik bedelleri artırarak… Bu bedelin adresi sadece Diyarbakır, Mardin, Van ya da Erbil, Kamışlo, Mahabad değil; aynı zamanda Ankara, İstanbul, İzmir, Şam, Halep, Bağdat, Basra, Tahran, Belucistan…
Hatırlamakta fayda var; bu bedeli ödeyenler siyasilerden önce toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan sıradan insanlar, en çok da en zayıfları; yoksullar, kadınlar, yaşlılar, çocuklar ve engelliler…