“Cevher”: Arzunun Gizemleri (2)
Erdoğan Özmen

Basit, sade hayatlar yaşamak istiyoruz aslında. Sahip olduğumuz olanakları ve kapasiteleri özgürce geliştirebilmenin, çaresizliklerimize ve başarısızlıklarımıza tahammül edebileceğimiz ortak bir insanlık bahçesinde ikamet ediyor olmanın bahtiyarlığı... aradığımız belki de yalnızca bu. Kimliklerimizin ve kişiliklerimizin gürültüsüzce, usulca serpilip gelişeceği gösterişsiz bir hayat. Barınma, beslenme, sağlık gibi en sıradan ihtiyaçlarımızı karşılamak için kahredici yoklukların, yoksullukların altında ezilmeden, haysiyetimizle yaşamak. Geleceğe güvenle ve huzurla bakabilmek, çocuklarımızın eğitimi için dertlenmemek. Geride boynu bükük hiçbir çocuğun kalmayacağı bir dünyadan fazlası değil belki de istediğimiz.

İnsan, kapitalist söylemin kafamıza kakıp durduğu gibi açgözlü, doymak bilmez iştahların kölesi bir varlık değildir belki de. En derindeki arzumuz insanın birliğini yeniden yakalamak, değersiz kılınmış, hesaptan düşülmüş, çarçur edilmiş potansiyellerimize sahip çıkmaktır belki de. Bunun için, mevcut hayatlarımızın bizi mahkum ettiği sefil benciliklerden, bireyciliklerden sıyrılmak gerektiğinin zaten farkındayız belki de. Hepsi için ihtiyacımız olan biricik şey, birbirimize, karşılıklı sevgi ve şefkatimize, yüce gönüllülüğümüze muhtaç oluşumuzu, bu bünyevi eksikliğimizi nezaketle, sevinçle kabullenmektir belki de . Geniş birlikler, işbirlikleri, yardımlaşma ve dayanışma ağları kurmanın yollarını, usullerini  arayıp durmamız bu yüzdendir. Dili, sözcükleri bu yüzden yarattık belki de. Birbirimize seslenmek, birbirimizi tanımak, acılarımızı birbirimize göstermek, sevinçlerimizi paylaşmak içindir konuşmalarımız. Birbirimize ses olmak içindir.

Bu korkunç dünyada, zenginliğin iyice dar, küçük bir zümrenin elinde böylesine yoğunlaştığı bir dünya sisteminde bunlar üzerine düşünmek her zamankinden daha hayati değil midir? En tepedekiler, her şeye sahip olanlar, herşeyi satın alabilir durumdakiler, her şeye el koyan, hepimizi borçlandıran, kahredici bir adaletsizlikle dünyanın tüm servetinin ellerinde biriktiği tuhaf insanların muhtemelen şöyle düşündüğü bir zaman bu çünkü: Şu sefil insan kalabalıkları, şu sürüler, işçi, doktor, avukat, mühendis, mimar, ofis çalışanı yığınları bu gezegen için çok fazla değil mi? Onların işlerini eksiksiz biçimde yapacak robotlar filan yok mu zaten? Bu lüzumsuz kitlelerle aynı havayı solumakta, aynı ömrü sürmekte adil olmayan bir şeyler yok mu? Muazzam servetimizle, parayla düzeltebileceğimiz bir durum değil mi ki bu? Nitekim, yoksulların kalan ömürlerini zenginlere sattığı filmler yapılır oldu. Önce sinemada ve edebiyatta başlamıyor mu zaten herşey?      

Velhasıl, onların insafına kalmış olmanın, bu aşağılanmanın dehşetiyle nasıl baş edeceğimizi bile bilmiyoruz.

***

Solun çağrıldığı, solun yerleşmesi gereken zemin tam burasıdır belki de. Sol bunun için olmalıdır: sıradan insanların, insanlık ailesinin sıradan özlemlerinin, hayallerinin, ihtiyaçlarının, arzularının dile gelmeye, gerçekleşmeye çalıştığı zemine talip olmalıdır. Tek tek, bir başımıza, kısıtlı beceri, kaynak ve imkanlarımızla hiçbirinin üstesinden gelemeyeceğimizi bildiğimiz  için, onca dünya gailesinin arasında ortaklıklar kurmaya, bir araya gelmeye, birbirimize yaslanmaya, birbirimize el olmaya, sokulmaya, birbirimizi çoğaltmaya çalışıyoruz. Bu arayışımızı mütemadiyen, çeşitli biçimlerde ve yoğunluklarda sürdürüp duruyoruz. Böylece tümüyle kendiyle meşgul olmanın, kendi-meşguliyetinin, kendine batmanın/gömülmenin ağır ve gereksiz yüklerinden kurtulmak istiyoruz. Büsbütün çökkün ve çaresiz hissetmemek istiyoruz.  Kurduğumuz o bağların var kalmak/olmakla, üzerinde durduğumuz insanlık kaidesiyle bir ve aynı şey olduğunun bilgisi bedenimize çoktan kazınmış çünkü. Kapitalizm bizzat o bağlara saldırı rejimi değil midir zaten. Çıkar bağı dışındaki her türlü insani/insanca bağı çözdüğü, erittiği, buharlaştırdığı ölçüde kendi nihai rüyasını gerçekleştirmiyor mudur?  Hem böylece sol, “yüksek” siyaseti, soyut ezber ve sloganları terk edip, kendi asıl yerine, mütevazi alanına, somut insanların kendi somut dertleriyle uğraşırken elbirliğiyle, dayanışma içinde yeryüzünü üretip durdukları gündelik hayatın düzeyine yerleşmeyecek midir? Oradaki olağanüstü çabayı, emeği, ortaklaşmaya/birlik olmaya yönelmiş eğilimleri temsil ve ifade etmeye gözünü dikmek… Sol, hem en sıradan hem de en yüce bu makama talip olmalıdır işte. Bu aynı zamanda sıradan insanlarla aynı kelimeleri, aynı dili konuşmak anlamına gelecek, dahası karşılıklı konuşmayı mümkün kılacak, karşılıklı yeni iletişim ve özdeşleşim imkanlarının ortaya çıkmasına vesile olacaktır.  Söz konusu karşılıklı konuşma ve diyalog zemini sağ siyasetlerin yer yer daha başarılı olduğu ve manipüle ettiği başlıca zemin değil mi zaten?              

***

Arzunun bir ideal uyarınca, belli başlı insanlık ideallerine referansla değil de yıkıcı hasetle desteklendiği, bir haset ilişkisi, haset oluşumu  olarak ortaya çıktığı bir vasatta yönümüzü bulmaya çalışıyoruz. Ruhsallığımızın kapitalist sistemin tuzaklarına kolayca kanan, baştan çıkarılmaya çoktan razı katmanlarıyla da karşılaşarak, yüzleşerek.