…insanlar kafalarını sürekli, belki daha büyük ve daha sert bir heyecanın gelebileceği başka sahnelere çeviriyor.
Wilhelm Genazino; O Gün İçin Bir Şemsiye
“Kapitalist tüketimcilik bir haset uygarlığıdır, itici gücü mimetik arzudur: İhtiyacım olanı değil başkaları neye sahipse (veya sahip olmayı arzuluyorsa) onu isterim; sürekli histerikleşmenin, sürekli daha fazlasına dönük arzunun kaynağında bu mimetik ötekini alt etme (“sidik yarıştırma”) oyunu vardır.”[1]
Söz konusu haset-arzu döngüsü ve ilişkisi kendi ızdırap ve yoksunluklarımızı görmezden gelmenin ve inkar etmenin de bir biçimi değil midir? Kendini yok saymanın, kendine yönelik yıkıcılığın ve eziyetin? Ötekilerle rekabet, çatışma, alt etme ve düşmanlık dışında herhangi bir ilişki kipinin hayal dahi edilemeyeceği bir düzlemde sıkışmaktır bu. Varoluşumun imkan ve güçlerini daima tetikte ve uyanık kalma mecburiyeti için, sürekli misilleme tehdidi altındaki bir hayat uğruna çarçur etmektir. Kapitalizmin her birimize yönelttiği mükemmel mazoşist bir özne olma buyruğuna gönüllü olarak teslim ve tabi olmaktır: Kendi ızdırap ve acınla tam bir özdeşleşme halinde ol ve bundan azami ölçüde zevk almaya bak!
Mimetik düzenek, mimetik arzu ve mimetik rekabet kavramlarını icat eden Rene Girard şöyle yazar:
“‘Mimetik düzenek’ terimi çok geniş bir olgular dizisini içermektedir: Mimetik arzuyla başlayan, mimetik rekabetle süren, mimetik ya da kurbansal bunalımla şiddetini artıran ve sonunda da günah keçisi çözümüne ulaşan bütün bir süreci gösterir. Bu uzun yolu açıklamak için işin başından, başka deyişle mimetik arzudan yola çıkmamız gerekir.
İlk önce arzu ve açlık arasındaki ayrımı belirlememiz gerekiyor. Yiyeceklerle, cinsellikle ilgili açlık henüz arzu değildir. Bu bir modele öykünmeyle arzuya dönüşen biyolojik bir iştir; bu modelin varlığı kuramımda çok belirleyici bir ögedir. Şayet arzu mimetik, bu nedenle de öykünmesel olursa, o zaman özne, modelinin sahip olduğu ya da arzuladığı nesneyi arzulamaktadır. Özne ya modeliyle aynı dünyada ya da farklı bir dünyada gelişir. Farklı bir dünyada olması durumunda, kuşkusuz modelinin nesnesini elde edemez, bununla ancak dış aracılık adını verdiğim bir olguyla ilişki kurabilir. Örneğin -onun modeli olmuş- sevdiği sinema oyuncusu ile ben ayrı ayrı ortamlarda yaşıyorsak, onunla benim aramda doğrudan bir çatışma olanaksızdır, herhangi bir çatışmaya yol açmayan bu durumu dış aracılık olarak tanımlıyorum. Buna karşılık, ben modelimle aynı ortamda yaşıyorsam, bu da benim yakınım neighbour’umsa (komşu), o zaman onun nesnelerine ulaşabilirim. Bu nedenle rekabet ortaya çıkar. Bu tip mimetic ilişkiyi, kendi kendini sürekli güçlendiren iç aracılık olarak adlandırıyorum. Öznenin ve modelin fiziksel ve ruhsal yakınlığı yüzünden iç aracılık sürekli daha çok bakışım üretir: Özne modeline, modeli de özneye öykünür. Sonunda da özne kendi modelinin modeli olur.. Böylece daha çok karşı karşıya gelmelere, yani daha çok çatışmaya doğru bir gelişme sürecine girilir. Bunu ikizler’in ilişkisi diye adlandırıyorum. Nesne rekabet ateşi içinde kaybolur: iki rakip arasındaki tek saplantı, çok geçmeden nesneye sahip olmaktan çok, rakibi yenmek olur; kısacası nesneye sahip olmak gereksizleşerek salt çatışmanın kızışması yönünde bir bahane olur.”[2]
Sığ bir arzu kavramı/kavrayışıdır bu. İnsanı ve onun özü/cevheri olan arzuyu asıl olarak çatışma/rekabet ilişkileri uyarınca düşünen, o dar zemine yaslanan bir kavrayış. İnsanın derinliğini, çokluğunu, karmaşıklığını, “özünü” yok sayan, onu bir yüzeye, kabuğa indirgeyen ideolojik tavır. Daha doğrusu, kapitalist söylem ve tüketim ideolojisi tarafından çarpıtılan, içi boşaltılan ve öyle sunulan, bir arzu anlayışı. Aynı anlayışın/kavramın diğer yüzünde her birimizi ideal bir tüketici olarak çağıran, konumlandıran bir zorbalık, manipülasyon ve tuzak gizlidir: Bizi nihai olarak tatmin edecek, böylece eksiksiz ve tam/bütün hissetmemizi sağlayacak nesne/ler hem mevcuttur hem de kolayca ulaşılabilir haldedir. Kapitalist piyasayı, devasa reklam/pazarlama çarkını, online alışveriş sitelerini, moda, kişisel bakım ve turizm sektörünü, ışıklı vitrinleri ayakta tutan temel yanılsamadır bu.
***
İnsanın özü/cevheri (essence) arzudur. Spinoza’nın izinden giderek böyle söyler Lacan. Ona göre arzu, hem insan varoluşunun kalbi hem de psikanalizin merkezi meselesidir.[3]
Psikanaliz yazınında ihtiyaç, talep ve arzu arasındaki sınırların muğlaklığına işaret eden ve bunların birbiriyle kolayca karıştırılması eğilimlerini/özensizliğini eleştiren Lacan titiz bir teorik çabayla herbirini yeniden ayrıntılarıyla tanımlar. İhtiyaç fizyolojik bir eksikle ilişkilidir ve uygun bir nesneyle tatmin edilmesi mümkündür. Sonuna kadar açılmış bir ağız misali, bir tür biyolojik içgüdü eşdeğeridir ihtiyaç. Organizmada bir ihtiyaç hasıl olduğunda, örneğin aç olduğumda, açlığın ortadan kalkması, iştahımın yatışması için karnımı doyurmam yeterlidir. Başlangıçta, tam bir çaresizlik içinde olan insan yavrusu kendi ihtiyaçlarını karşılayabilir halde olmadığından Ötekinin yardımına muhtaç ve bağımlıdır. Ötekinin yardımını sağlamak için ona hitap etmesi; ihtiyacını bir talep biçiminde ‘dile getirmesi’ gerekir. Ötekinin varlığı ve mevcudiyetinin kendi başına önem kazandığı, süreci başlatan ihtiyacın ve onun doyurulmasının önüne geçtiği bir bağlamın oluşması demektir bu. Tam da söz konusu o muhtaçlık ve çaresizlik anında Ötekinin varlığı/mevcudiyeti ve sözcükleri ve çocuğa uzanması/eğilmesi sevgi ve şefkatini sembolize/temsil eden bir içerik/boyut kazanır. Böylece talep, hem ihtiyacı ifade eden hem de sevgiye yönelen ikili bir işlev edinmiş olur. Öteki, çocuğun ihtiyaçlarını doyuracak nesneleri pekala sağlayabilir, ancak bu, öznenin hasretini çektiği koşulsuz sevgi bakımından geçerli değildir. Böylece talep her ne kadar ihtiyacın neden olduğu boşluğa/açıklığa yerleşse, oraya yaslansa da, o andan itibaren tam kalbinde açılan diğer boyutu, sevgi için uzanan/gerilen, sevgi özlemi/açlığı biçimini alan boyutu doyurulmamış olarak kalır. İşte bu artık/fazla (leftover) arzudur:
“Arzu talebin ihtiyaçtan koptuğu sınırda (margin) biçimlenmeye başlar. Söz konusu sınır, talep tarafından -çağrısı Ötekine ilişkin olarak koşulsuz olabilen talep tarafından- olası bir boşluk kılığında açılmıştır. Boşluğu oluşturan da ihtiyaçtır.”[4]
Sevgi/aşk talebi, içinde zorunlu olarak dile gelen/ifade edilen her türlü nesnenin ötesine uzanmak anlamında koşulsuzdur. Nihai olarak asla doyurulamayan, daima ısrar eden, ebedi bir kendiliktir bu. Nesnesi sürekli olarak ertelenen bir kendilik. Çocuk herhangi bir ekonomik hesap-kitaptan bağımsız olarak, bizzat kendi için sevilmeyi ister.
Bir de, arzu ile vicdan arasındaki yakınlığı, eşzamanlılığı, birinin diğerinin koşulu olmasını vurgulayalım. Çünkü, arzuyu ete kemiğe büründüren süreci tetikleyen şey, Ötekindeki eksikliğin ilk kez fark edilmesidir.
***
Haset uygarlığı, tüketim kültürü ve vampirizm/yamyamlık bir aradadır, eşzamanlıdır, birbirinin koşuludur. Kapitalist arzu teknikleri, manipülasyonları, tahrifatları ile yakından ilişkili bir karmaşadır bu. Kapitalizm aynı zamanda (bunu nasıl ifade etmeli tam kestiremiyorum), insanın çığırından çıkarılması, biçimsizleştirilmesi, değersizleştirilmesi, sıradan meta statüsüne düşürülmesi ve aynı insan-metanın tüketilmesi üzerinde yükselen bir sistemdir. “Cevher” filminin etrafında dolandığı, meşgul olduğu, merak ettiği meseledir bu. Anti-kapitalist olmak, anti-kapitalist bir hayatın/dünyanın imkanlarını, biçimlerini aramaktan vazgeçmemek, bu hayali, cesareti ve ısrarı hep canlı tutmak, demek ki aynı zamanda bir haysiyet meselesidir.
[1] S. Zizek; Kendini Tutamayan Boşluk, Çev: Barış Engin Aksoy, Metis, 2019, s. 377
[2] Rene Girard, Kültürün Kökenleri, Çev: Ayten Er, Dost Kitabevi Yayınları, 2010, s. 48-49
[3] Dylan Evans; Dictionary of Lacanian Psychoanalysis, Routledge, 1997, s. 36.
[4]J. Lacan, Ecrits, Çev. Bruce Fink, Norton, 2006, s. 689.