Yetmiş altı yaşındayım, ama ben bunun sadece minör bir skandal olduğu görüşündeyim. Oynadığım briç kulübünde hâlâ benden on yaş büyük ve benden on kat daha iyi, daha dikkatli oynayan hanımlar ve beyler var. Ama beni aşağılamıyorlar. Buraya kadar iyi. Sonra internette en saygı ve sevgi duyduğum Kürt direnişçilerinden Ahmet Türk’ün şu sözlerini okudum, MHP-DEM görüşmesi hakkında:
"Gerçekten Sayın Bahçeli’nin tutumunu görünce insan şok oluyor, samimi olduğunu da insan fark ediyor." Şöyle devam edecek bu bilge Kürt siyasetçisi: "Gerçekten çok iyi karşıladı. İnsani ilişkileri çok farklı; yakın, candan. Düşüncelerini açık ifade eden bir tavrı vardı. Birileri bu süreci farklı bir noktaya çekmeye çalışıyor. Bizim tek derdimiz şudur; geçmişte 1000 yıllık Türk-Kürt kardeşliğinin yeniden inşasıdır. Türklerle Kürtlerin dost olması Ortadoğu’daki geleceğini belirler, demokratik bir geleceğe öncülük yapmış olur. Ortadoğu’nun nereye evrileceğini bilmediğimiz bir dönemde Türkler ve Kürtler yeniden kucaklaşmalı. Yeniden kardeşçe ortak bir geleceği oluşturması gerekiyor. Bizim derdimiz budur.” (Artı Gerçek)
İmdi, ya da şimdi, beni öldürmek için on yıllardır çeşitli hamleler yapmış bir “komşumun” birdenbire bana “komşu” (hatta “dost”) diye seslenmeye başladığını görsem, ilk tepkim belime davranmak olurdu, veya pirinç havan topuzuna doğru. Ama herkesin bağlılıkları herkesin elini tutuyor, vahşeti önlüyor. Ben de sadece sempatizanı olduğum partime (DEM) baktım ve Türk’ün şefkatli ve akıllı cümlelerine kulak verdim:
“Bunun dışında ne belediyeyi ne de seçimleri düşünüyoruz. Elbetteki demokratik bir anayasa, Kürtleri kucaklayan bir anlayış ortaya çıktığı zaman bizim için mesele yok. Kimseyle pazarlığımız yok. Bizim pazarlığımız bu ülkede demokrasinin kalıcı hale gelmesidir. Buna ihtiyaç var, Ortadoğu’da yarın ne olacağını kimse bilmiyor. Bugün Ortadoğu’da 50 milyonluk bir Kürt nüfusu var ve hepsinin yüzü Türkiye’ye dönük, kendilerini Türkiye’nin bir parçası olarak görüyorlar. Bunu kalıcı hale getirmek lazım. Yani yersiz tartışmalar yapılıyor, henüz işin başlangıcındayız. Neler olacağını nasıl gideceğine dair henüz ortaya çıkmış bir durum yok. “
Bu açıklama benim ne Ahmet Türk’ten ne de DEM yöneticilerinden istifa etmeme yol açmadı ama bazı soruların katı ve sivri biçimde (“binlerce özürle”) öne çıkmasını da önlemedi. Bahçeli’den (Bahçeli’den!) gelen herhangi bir mültefit hamle karşısında ben de olsam “şok olur”, hatta arkamı kollamak lüzumunu hissederdim. Ama bu şok, bizi adamın geçmişini bir gecede unutacak kadar pelteleştirmeli mi? Bizi bu kadar kısa sürede şapır şupur olmaya zorlayan herhangi bir siyasal, toplumsal ve hatta jeopolitik mecburiyet var mı? İsrail’in başlattığı bir virüs saldırısı karşısında mıyız? En azından, TKP, TKH veya TİP’teki müsvedde “solculara” malzeme vermeyecek ölçüde mesafeli duramaz mıyız? Şu var ki Kürt siyasal hareketinin ağırlıklı bir kısmı (bunlar arasında arkadaşım şair ve öykücü Ender Öndeş ve değerli Ayşe Düzkan gibi sosyalist feministleri de görmek bana ilginç geliyor) daha çok o kesimle iyi geçinmeyi yeğlediler. Böylece namus yeminlerine ihanet etmeyeceklerini düşünüyor olmalıydılar. Geçmişten kurtuluş zor. Bizi bugünlere kadar taşıyan palavralardan da.
Böyle bir skandala, böyle bir yutturmacaya sadece Yıldıray Oğur ve Nagehan Alçı gibi tatlı figürlerin alkış tutabileceğini düşünürüm ben; eski şair, gazeteci ve şüphesiz İslamcı arkadaşım Mehmet Ocaktan’ın[1] bile bu “tufaya” gelmekten azıcık çekindiğini görmek beni sevindiriyor. Şiirin yerini (çünkü Mehmet artık yazmıyor) bu çekimserlik tutabilir. (Ama İstiklal Marşı Derneği’nden neşredilen şiirlerin değil. “Sayın” Bahçeli, İsmet’le ilgilenmeye ne zaman başlayacak? O yazmazsa ben yazacağım.)
Başa dönersek… Kürt hareketinin sözcülerinin –aslında öyle olmadığı halde– Türk siyasetinin (demek Hüsrev Gerede’lerin, Celal Bayar’ların, Mustafa Kemal’lerin, Nihal Atsız’ların, İlhan Selçuk’ların veya Şenkal Atasagun’ların) yöresine uğramamış gibi yapması iyidir, kirsiz kalabildiklerini kendi kendilerine söyleyebiliyorlardır. Buradan devam etmelerine dua ederim – Özgür Özel veya İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun yanına uğramadan. Ya da –şu koşullarda– az uğrayarak. Onlara pek de iyi insanlar olmadıklarını hissettirerek. Şüphesiz hakaret etmek (ya da hakaretin kalınını, koyusunu etmek) çok zorunlu değil. – Ama bu kısmı sizin 2025 dileklerinizle ilgili. Dönmek he zaman mümkün.
Ama Devlet Bahçeli’nin beni de en az sevgili Ahmet Türk kadar “şok” etmesini dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden. Palavrayı, mavrayı severim, hayır, bayılırım. Şimdi de büyüklerime, mesela Dario Navarro’ya, hatta Masis Kürkçügil’e, Ömer Laçiner’e, şimdi hayatta olmasalar da Livio Maitan, Alain Krivine, Daniel Bensaid, Theodor Adorno ve Ernst Bloch’a soracağım: yoldaşlar, sizin elinizde altmış yıllık ısrarlı, tutarlı siciliyle Devlet Bahçeli’ye el uzatmak için herhangi bir güvenilir tutamak var mı?
“Süreç” teriminden hiç hoşlanmadım; her şeyin palavra ve kıvırtmaya meydan kalmadan hemen olması iyidir. Taraflar, düşmanlar ve dostlar, bahisler ve talepler berrak olmalıdır. Ama olmuyor, palavra, samimiyet ve hile derhal işin içine giriyor. Bizim pazarda veya bakkalda olduğu gibi.
Bir yazı okuduydum birkaç yıl önce: “Hepimiz O. Ç. Olmasak Bile Hepimiz Çakalız.” Bana en yakın arkadaşlarımı ve ailemi hatırlatmıştı. Kimseye kötü söz söylemek istemem ama nedense babamı, annemi ve beni hatırlatan imgeler de saçılıyordu “O. Ç.” ve “Çakal” sözcüklerinden. Bir gün de Can Yücel’e rastladım, 80’li yılların sonlarına yakın olmalı, belki Çengelköy, “Necati’nin Yeri” (?). Dışarda, ağaç altındayız; hava tatlı; adam içeri seslendi: “Yorgo Bey, Yorgo Efendi, ulan s…tiğimin Yorgo’su!” Yorgo Bey beş on dakka sonra gözlerini ovuşturarak geldi, kısa bir hakaret etti, Rumca, bizimki “keh keh” filan oldu – pek hoşlanmadığım bir sevgi ve sevimlilik durumu belirdi, yanımdan geçti. Bir taksi, “Can Abi’yi” evine teslim, pijamasına ve yatağına. Sonra Kadıköy iskelede “Olimpiyat” denilen yerde (şimdi yok) büyük şair Refik Durbaş ve (ne yazık ki) Ali Özgentürk’le karşılaşma. O yıllarda Ali’yle akılsız Süreyya Berfe kardeşimin birlikte çıkardıkları iki sayılık derginin adı “Asyalı” idi. “Nasıl bir beyinsizliktir bu?” diye sorduydum Süreyya’ya, ’82 yılında. Soruyla ilgilenmeden o da bana şu soruyu yönelttiydi: “Oğlum, bugün vaktin olsa, Evliya Çelebi’yi başlayıp bitirinceye kadar vaktin olsa (o sırada o otuz sekiz, ben de otuz üç yaşındaydım) Thomas Mann’ın Yusuf ve Kardeşleri romanını mı okursun, yoksa Adalet Agaoğlu’nun Ölmeye Yatmak’ını mı?” Belli ki Adalet Hanım’ın ünlü romanını okumamıştı, Thomas Mann’ı da böyle bir okuma mecburiyetine karşı kalkan olarak öne sürüyordu: Ölmeye Yatmak olmasa, Yusuf ve Kardeşleri de konu olmayacaktı.
Rakısını ve köftesini söyledim, neredeydik, belki Kalamış Fenerbahçe Burnu Galatasaray Tesisleri’nde: oraya üye olan rahmetli Ferit Erkman’ın[2] sayesinde dubleyi bir liraya içiyoruz. Berfe biraz daha Adalet Ağaoğlu, Yahya Kemal, Özdemir İnce, Attila İlhan ve Hilmi Yavuz hakkında ileri geri laflar ettikten sonra (ama Tomris’e toz kondurmuyordu), garson çocukları da doğru eğitime yönelttikten sonra (“coğrafya veya madencilik okuyun,” dediğini işittiydim, “tarihten adam çıkmaz”) artık “evlere” yönelmemizin doğru olacağını belirtti. İyi zamanlardı. Herhangi bir önermenin, bir fikrin peşini getirmenin zorunlu olmadığına, böyle de iyi geçindiğimize inandığımız yıllardı.
Son yıllarda ben “matrak” olsun diye arkadaşlarım Akif Kurtuluş veya Tanıl Bora’ya işaret ediyorum “herkesle iyi geçinme” bahsinde, ama o yıllarda Kalamış’taki aptallık yoğunlaşması bağlamında Kalamış iskelesindeki “Köhne”de ben de çeşitli sağ görüşlü şair ve şiirseverlerle aynı masada oturdum. Hakaret de yedim. Olabilir. Kovmadılar. Arkadaşım matematikçi Yılmaz Öner’e saygı duyuyorlardı, söylediklerini hiç anlamasalar da. Ama asıl şair ve tiyatrocu arkadaşım Orhan Alkaya beni o barbarlardan kurtarmış olmalı. Ne de olsa daha iyi geçiniyordu onlarla, gençti. Elim boşta kaldı, pirinç topuza uzanamadım. Şaka. Ama niyet bu. Merakla hatırlıyorum bundan 50-60 yıl öncesini.
Bir gün de oğluma rastladım, Pazar yerinde, bundan yaklaşık 58 yıl önce. Babasının eline yapışmış sürüklüyordu, silah satıcısının oraya doğru. Kulağına yapışmak istedim ama herif beni çöp tenekelerine doğru itti. Sonra oğlumla babası uzaklaştılar, ikisi de dört bir yöne selam sarkıtıyorlardı. Oğlana bir şapka almadığım geldi aklıma, belki babası alır.
[1] Belki şiirin, ama daha çok da şiirselliklerin milletvekili. Pırıl pırıl çocuk.
[2] Eski komünistlerden, Komünst Manifesto çevirmeni Faris Erkman’ın oğlu, sevgili arkadaşım Murat Belge’nin de o dönemden can dostu, “Sarı Ferit.”