Elif Akşit’in Kızların Sessizliği isimli nefis kitabında, 18. yüzyıl ortasından itibaren kadınların ev dışında ne giyip ne giymeyeceklerine dair ne çok padişah fermanı çıkartıldığından bahseder. Ferman üstüne ferman. Neredeyse iki ayda bir falan. Peçenin kalınlığı bu olacak, etek boyu şu olacak, çarşafın rengi şu… Bir yandan “yuh, yeter artık” der insan okurken, bir yandan da güler; belli ki ferman padişahın, keyif benim demiş kadınlar. Belli ki pek işe yaramamış onca nasihat, tehdit, ceza.
Bizim aile işi de biraz buna benziyor. Ha bire aileyi koruyalım, kollayalım, yüceltelim, güçlendirelim deyip duruyorlar ama belli ki dikiş tutmuyor, gelsin yeni fermanlar, gitsin yeni komisyonlar.
Biliyorsunuz 2025, Aile Yılı ilan edildi. Cumhurbaşkanımız, güçlü toplumun güçlü ailelerle mümkün olduğunu ama bu konuda ciddi “meydan okumalarla” karşı karşıya olduğumuzu söyleyerek (çeviri Türkçesinden kaçış yok!) üç çocuk derken boş konuşmuyordum demeye getirdi. Aile Bakanlığının teşkilatı yetmemiş olacak ki, Aralık ayında bir Nüfus Politikaları Kurulu, bir de Aile Enstitüsü kuruldu. Nüfus politikaları alanında genel koordinasyonu sağlayacakmış bu kurul. Altı ayda bir toplanıp. Doğurganlık neden azaldı, ona bakacaklarmış. Gerçi ciddi meydan okumalardan en ciddisi olarak “cinsiyetsizleştirme”ye işaret etti Cumhurbaşkanı, daha nesini araştıracaklar.
Hatırlayanlarınız olacaktır, bu meseleyi (yani doğurganlık hızındaki düşmeyi) daha önce de ele almış ve 2015’te Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı’nı yürürlüğe koymuşlardı. Beş yıllık bir programdı bu ve 2018’de doğurganlık hızının en az 2.1 olması hedefleniyordu. Gerçi programın göstergelerine bakınca, bütün o evlilik öncesi eğitimlerin, finansal okuryazarlık eğitimlerinin, farkındalık programlarının filan doğurganlık hızını nasıl artıracağını pek kestiremiyor insan ama zaten bildiğiniz gibi, program hedefine ulaşamadı. Zaten o iş pek öyle olmaz, bunu Kızılcık Şerbeti’nin Pembe Hanımı bile bilir için için (Büyük Kapatılma).
Aile Enstitüsü de aile denince akla gelen çocukmuş engelliymiş kadınmış yaşlıymış işte bunlarla ilgili araştırmalar yapacakmış (Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsünün yapamadığı neyi yapacaklar acaba?) bir de tabii konferanslar, sempozyumlar, eğitimler, sertifikalar.
Bütün bunlarda yeni bir şey yok aslında, dünyanın her yerinde ne oluyorsa, burada da o oluyor. Ama bir yandan da ilk kez “aile” ile “doğurganlık hızı” arasında bu kadar açık bir eşleştirme yapıyorlar, değil mi? Aile güzellemeleri filan unutulmuş da geride tek bir buyruk kalmış sanki: “doğurun”. Çıplak ve düz. Doğurun.
Bu panik halinin anlaşılır bir yanı var, genç nüfusuyla övünen Türkiye, hızla bir yaşlılar ülkesine dönüşüyor. Ama Türkiye’deki yaşlılık çalışmalarının kilit ismi diyebileceğimiz Özgür Arun’un da dediği gibi, yaşlanmanın kendisi bir “sorun” değil. Sorun olan, zenginleşmeden yaşlanmak. Bu bir saadet zincirinin kopmasına benziyor: Arkadan gelen yeni nesiller olduğu sürece, iyi kötü işler ama sisteme yeni girişler azaldıkça, çarklar dönmemeye başlar. “Doğurun” buyruğu, bir tür ileri kaçma çabasına işaret ediyor. Yaşlanma politikaları üretmek yerine, sisteme girişleri artırmaya yönelik nafile bir çabaya.
Bu iş biz yaşlılarla lgbti’lere patlayacak, dediydi dersiniz. İleri kaçarken zaiyat verilmediği nerede görülmüş? Belki doğurganlığı artıramazlar ama ailenin düşmanlarına ve toplumun safralarına günlerini gösterebilirler (ne yani, pandemide görmedik mi? 13 bin liralık emekli maaşlarını hiç söylemeyeyim).
2024’ü “Emekliler Yılı” ilan ettiklerinde gerek görmedikleri kurulları, enstitüleri şimdi, “doğurun” buyruğunun peşinde bakalım neler yapacaklar. Dünyanın bütün ailecileri birleşti biliyorsunuz, bu kurumlar her yerde pıtrak gibi bitiyor. Bunlardan en önemlilerinden biri, ABD’de kurulmuş Institute for Family Studies (IFS). Z kuşağının heteronormativiteden uzaklaşması karşısında dehşet dolu raporlar falan yayınlıyorlar. Onların sayfasında gördüğüm bir şey epeyce korkutucuydu. Mary Harrington isimli yazar, aile kurma ve çocuk doğurma konusundaki teşviklerin en etkilisinin “teyzeler” (yani kendisi) olduğunu fark etmiş ve teyzelerin neler yapmaları gerektiğini yazmış: “Eğer genç arkadaşlarımızın aşk hayatlarına karışmayı kendimize görev edinmezsek, hayati bir toplumsal görevi ihmal etmiş oluruz.”
Bizimkilerin bunları izlediklerinden eminim. İster misiniz “her mahallede bir Pembe” programı başlatsınlar? İşte bu gerçekten etkili olabilir!