Yüzyıllık Yalnızlık: Büyülü Gerçeklik mi, Roman mı, Dizi mi?
Işıl Kurnaz

Evler şairi mi demeliyim? Ya da yakınlarda kaybettiğimiz, duyguları bir tür iğne deliğinden, ipince bir iğne deliğinden geçirerek sağaltmasıyla bildiğim Selim İleri’nin söylediği gibi “kırık inceliklerin şairi”[1] mi demeliyim? Behçet Necatigil’e yani. Belki biliyorsunuz, Behçet Necatigil’in ailesi onun odasının kapılarını açtılar, şurada. Yazdığı mektuplardan birinde, masasından dünyaya dökülenleri görüyorsunuz. Yazmanın dünyaya merhamet etmekle ilişkisini de tabii. Ama bana sorarsanız Necatigil’in anlattığı şeyler daha çok insanın kıyılarıyla ilgili. İnsanın kıyılarını, insanın iç denizine o kadar, onun kadar hasarsız sürükleyebilen bir başka şair var mı bilmiyorum. Sürüklemekle hasarsızlığın aynı anda mümkün olması, tahrip gücü yüksek bir sürükleme gücünü değil de hasar payını şiir kesileriyle kapatabilmeyi hatırlatıyor bana. Edebiyatın biraz da bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü şöyle diyor mektubunda Necatigil:

“Ne yapıyorum? Bazen istediğim, bazen içerlediğim şeyler. Ama hepsi güzel şeyler. Güzelliği: Unutturmasında. Yazmalara yatırmak vakti; hattâ isterse büyük bir hesabın dökümlerini, rakamlarını bir yerden başka yere geçirmek gibi, beni kalemlere mürekkeplere daktilo makinelerine bağlayan bu şeyler de olmasaydı ne ederdim? Evrenin büyük oyununda herkese roller dağıtılırken payıma harf aktarıcılık düştü. Dam aktarır gibi. Kimi taş kırıcı, kimi mektup dağıtıcı, kimi masal anlatıcı ise nasıl.”[2]

Yazmanın tıkır tıkır işleyen, kendi ritmini kendisi bulan bir şey olduğu kadar, rikkatle de ilgili olduğunu söylüyor Necatigil; dünyayı, birbirimizi ve şeyleri birbirine bağlamanın bir biçimi yani. İnsanın kıyılarını insanın iç denizine sürüklemeye kalkarsanız, bir taşkınla da karşılaşabileceğinizi bilerek tabii. Tüm bunları bana düşündüren şey, yazmakla kurduğumuz ilişki kadar yazının sonrasıyla kurduğumuz ilişki oldu.

Bu Calvino’nun da bana hatırlattığı bir şey. Italo Calvino, yazılmış dünyayla henüz hiç yazılmamış dünyayı birbirinden ayırıyordu. Yazılı dünyayı terk edip, genellikle adına dünya dediğimiz, o üç boyutlu ve beş duyudan oluşan bu evrende yerini aldığında, her seferinde bir doğum sancısı yaşadığını söylüyordu.[3] Çünkü o insanlığın bu kesimine aitti, uyanık saatlerinin büyük bir kısmını yatay çizgilerden oluşan bir dünyada geçirenlerin dünyasına. Peki yazılmış dünyayla yazılmamış dünya iç içe geçerse ne oluyordu? Beni buraya sürükleyen şey, öldüğünde kelimelerin bile yas tuttuğu[4] söylenen Gabriel Garcia Marquez’in vasiyetine rağmen diziye çekilen Yüzyıllık Yalnızlık oldu.[5] Çünkü bir romanın üzerinde yazarının ne kadar söz sahibi olduğundan tutun da, büyülü gerçekliğin büyüye mi yoksa gerçekliğe mi yakın olduğuna, onun bir edebi tür mü yoksa akademisyenlerin edebiyatın büyüsünü bozma çabası mı sayılacağına, bu dizinin ölmüş bir yazarın vasiyetine ihanet mi yoksa onun hatırası önünde saygıyla eğilmek mi olduğuna dair bir dizi tartışma peşi sıra geldi.

İşin magazin boyutunu arkasında bırakarak doğru soruları soran ama yine de yazısının başlığını “Yüzyıllık İhanet” koyan Ospina Celis şöyle diyor:

“Peki, ölmüş akrabalarımızın vasiyetine ihanet etmeli miyiz? Garcia Marquez'in çocukları Netflix'e haklarını satmak ve yayımlanmasını istemediği üzerinde çalıştığı son roman "Ağustos'ta Görüşürüz"ü yayınlamakla doğru mu yaptılar, yanlış mı? Bu sorulara odaklanmanın etkisiz olduğuna inanıyorum, önemsiz oldukları için değil, dışarıdan bir bakış açısıyla temelde cevaplanamaz oldukları için.”[6]

Tüm bunları arkada bıraktığımda, benim aklıma takılan hınzır soru biraz huysuzca da olsa başka bir şey. Yüzyıllık Yalnızlık dizi olarak yayımlandıktan sonra neredeyse Marquez’den bile daha güzel bir Macondo yaratıldığını, dizinin romandan daha başarılı olduğunu yazan romanın okurlarına, asık suratla bir kaş çatma isteği diyelim. Çünkü bununla bir edebi eserin dizisinin ya da filminin ne kadar güzel olduğunu düşünürsek düşünelim, edebi anlatının gücünün hep bir adım önde olduğuna dair sarsılmaz inancıma dokunuluyordu. Ama peki bu gerçekten de böyle miydi? Yönetmen Marquez’den daha iyi bir Macondo mu kurmuştu? Romanı geçen bir görsellikle mi karşı karşıyaydık? Bir romanla onun uyarlaması arasındaki gerilimli ilişki, bir yarış mıydı?

Dizi, Buendia ailesinin 100 yıllık hikayesini anlatıyor tabii ama romanın içindeki duygu durumlarını, karmaşaları sinematografinin büyüsü arkasına gizliyor. O kadar coşkulu ve kelimelerle dünya yaratabilen bir romanı, görsellerle aktardığınızda bu ister istemez elbette büyülü oluyor. Ama roman geçmişten başlayan bir bakışla geleceğe doğru giderken, yani şimdiki zamanı geleceği de içine alarak verebilen ilahi bir bakışa sahipken, dizi romanın en sonundan bildiğimiz bir sahneyle açılarak başlangıçta bu büyüyü bozuyor. Bu muhtemelen anlatının kıvrımlı imkanlarının, ekranda düz bir olay örgüsüne yerleştirilememesiyle ilgili. Ama öte yandan karakterler silikleşiyor, Jose Arcadio’nun delişmenliğini, o simyalarla uğraşırken Ursula’nın ona duyduğu öfkeyi göremiyorsunuz. Romanda sayfalar boyunca anlatılan bazı ayrıntıların kaybolması, bu karakterlerin büyüyüp serpilmelerini nasıl etkilediğini boşluğa düşürüyor haliyle. Çünkü bu roman, sadece bir ailenin hikayesinden fazlasını anlatıyor. Siz romanda Kolombiya’nın dünyayla bağlandığı yerleri, Latin Amerika’nın izolasyonunu, politikanın kurulma biçimini okuyorsunuz da, dizide bu es geçilen bir ayrıntı oluyor. Çünkü dizinin seti, romanın dünyasının yeryüzündeki onlarca noktasından sadece birine düşüyor.

Roman size kötülükle geçmiş bir ömrün kefaretini, dünyaya son bir iyilik bırakmakla ödeyip ödeyemeyeceğinizi soruyor, sizi kendinizle böyle çarpıştırıyor. Dizide ise edebiyatın insanın derisini soyabilen, onu çıplak bırakabilen gücü kayboluyor, haliyle. Roman boyunca muhafazakarla liberallerin kurduğu dünya düzeninden, Aureliano’nun idamını “Seni ben öldürmüyorum, seni devrim öldürüyor.” diye açıklayan generalden, yerlilerin bir toprağın sahibi oluşundan yani başka bir dünyanın izlerinden gidebiliyorsunuz. Dizide bunlar, bir olay örgüsünün heyecan unsurundan başka siyasal anlama bürünmüyor.  Örneğin, romandaki muz hevenklerinin sebebi kasabanın yerel geçim kaynaklarından biri olması. Üstelik gerçekten de romandaki gibi zamanın çokuluslu United Fruit Şirketi[7] grevdeki muz işçilerini bastırmak için ordudan yardım istemiş ve 1928’de Ciénaga kasabasında katliam yapmış. Bu bir roman ayrıntısı değil, romancının dünyayı gördüğü yerle ilgili bir şey. Yazarın dünyayı izlemek için durduğu zeminin, endüstriyel bir dizinin içinde eriyip gittiğini görüyorsunuz tabii. Romanın ayak izleriyle romancının parmak izleri, dizinin dijital izlerinin cazibesi içinde görünmez oluyor.

Peki bununla sınırlı mı? Tüm parmak izlerini takip edebilseydi, diziyi yine de romanla yarıştırabilir miydik? Öncelikle Marquez’in "Yüzyıllık Yalnızlık"ın sinemaya uyarlanmasını istememesinin öyle çok radikal bir ret olduğunu düşünmediğimi belirtmeliyim. Marquez 1991’de bir röportajda kendisine sorulan soru üzerine bunu yanıtlıyor. Ona göre, filmlerden farklı olarak romanlar okuyucuya bir hayal gücü sunuyorlar. Ursula’yı, Jose Arcadio Buendia’yı, Aureliano’yu istediği gibi hayal etmelerini sağlayan bir yaratım gücü veriyorlar. “Okurlar” diyor Marquez, “Romanı hayal güçlerinde yeniden kurgular ve kendileri için bir roman yaratırlar. İşte bunu sinemada yapamazsınız.” Hatta bu röportajdan 10 yıl önce bir başka şey daha yazıyor: “Çok kötü romanlardan uyarlanan pek çok harika film gördüm, ama harika bir romandan uyarlanan harika bir film hiç görmedim". Milyon dolarlık telif tekliflerini bu yüzden reddediyor. Çünkü aslında bütün o edebi simyatik şöleni, tam da kelimelerin sinemadan çok daha geniş olduğunu kanıtlamak için yazdığını söylüyor.[8]

Romanın uyarlanmasının, onun Latin Amerika’yla bağını koparacağından, eseri Hollywoodvari bir tona kavuşturacağından, bölgenin simgesi niteliğindeki özellikleri İngilizce konuşan bir uyarlamayla sileceğinden endişe ediyor Marquez. Ona göre, Latin Amerika Karayipleri’nden gelen Ursula ve Jose Arcadio, nasıl Amerikalı ya da Avrupalı bir yüz olarak okuyucuya empoze edilebilirdi ki? Ama Marquez’le yapılan son dönem röportajlarda, sinema endüstrisindeki gelişmelerle beraber bu kaygılarının silikleştiğini de izliyoruz. Onun derdi büyülü gerçekliğin büyüsünün verilebilecek olmasıyla sınırlı bir yüzeysellik değil, gerçekten de dolambaçlı olay örgüsüne dair duyduğu hakikat telaşı. Endüstrinin teknolojik imkanlarının, her ne kadar Kolombiyalı oyuncularla ve halkla çalışmış olsalar da, bu kaygıyı gideremediğini de görüyorsunuz tabii. Çünkü romanın başka bir dünyaya dair yerel siyasal anlatısı,  herkese cazip gelen büyülü bir dünya içinde buharlaşıyor.

Tüm bu tartışmalar sürerken, on yıllardır okuyucuların hayal gücünde yaşayan Yüzyıllık Yalnızlık artık görsel bir temsil olarak karşımızda. Bu yüzden Celis, magazin boyutundan çıkarak şu haklı soruyu soruyor:

“Bu okuyucuların "Yüzyıllık Yalnızlık" deneyimlerini azaltacak mı yoksa artıracak mı?”

Bir edebiyat profesörünün Nicolas Pernett’in eleştirisini hatırlatıyor: “Bu dizi, edebi hayal gücüne yapılan saldırıdan başka bir şey değil.”

Peki buradaki risk nerede? Siyasal olanı bir kenara bırakalım, galiba asıl meselenin edebiyat için gelip aşındığı yer, görsel referanslar olmadan edebi hayal gücünü harekete geçirecek soyut düşünme kabiliyetinin yitimiyle ilgili. Soyut düşünce, görsel dünyada o kadar yara aldı ki edebi düş gücünü görsel temsili olmadan harekete geçirmek imkansızlaştı. Artık okumak yerine seyretmenin yettiği bir dünyadayız. Bir şeylerin yapılmak yerine seyredildiği bir dünya. Peki yine de dizi neden sevildi? Romanın karmaşık olay örgüsünden ötürü mü, romanı okuyanlar bile diziyi sevdi?

Bunun yanıtlarının verilebilmesi için biraz da şu büyülü gerçeklik denen şeyin altını deşmek, içini oymak gerekiyor galiba. Her şeyi kategorilere ayırmanın, edebi türleri edebiyattan müstesna bir fragmanterleşme tehlikesiyle baş başa bıraktığını da akılda tutarak. Büyülü gerçeklik fikrinin, Marquez’in aklına tam olarak yatıp yatmadığından emin değilim. Zaten bu kavram, bir terim olarak ilk kez bir Alman eleştirmez Franz Roh tarafından 1923’te dolaşıma sokuluyor. Yüzyıllık Yalnızlık yazılana dek biraz uyuyan bir terim büyülü gerçeklik, ama Marquez’le kendi somut gerçekliğine kavuşuyor gibi duruyor.[9] Hatta 1986’da Marksist edebiyat kuramcısı Fredric Jameson bu kavramın değişik bir baştan çıkarıcılığı olduğunu yazıyor. Yani aslında Gabriel Garcia Marquez’in içine doğduğu değil de, ona dikilen, giydirilen bir elbiseden de bahsediyoruz büyülü gerçeklik derken. Bu Franco Moretti'nin de yaptığı bir eleştiri. Ona göre büyülü gerçekçiliğin Batılı dünyada bu kadar sevilmesinin nedeni, Batı’nın modern toplumları anlamlandırma arzusundan kaynaklanıyor.  Çünkü onlar dünyanın Batı olmayan kısmını, ancak tarihi mucizelerle dolu bir macera olarak yeniden duyarlarsa hayran oluyorlar.[10]

Bunu doğrudan Marquez’den de dinleyebiliriz: "Eserlerime yönelik en büyük övgünün hayal gücüne yönelik olması beni her zaman eğlendiriyor, oysa gerçek şu ki, tüm eserlerimde gerçekliğe dayanmayan tek bir satır bile yok"[11]

Hayal gücü meselesine bile hınzır bir alaycılıkla yaklaştığı için büyülü gerçekliğe[12] de, Latin Amerika yazarlarının İngilizce çevirilerle dünyaya açılması olarak gördüğü El Boom[13] dönemine de biraz şerh düştüğünü söylemek gerekiyor. Bu şerhin kendisinin, Marquez’in büyüsüne dair çok şey söylediğini düşünüyorum tabii. Yüzyıllık Yalnızlık için ne söylediğini bilirsiniz:

“Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları birörnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım. Ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı büyük bir dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım."

 

Bu yüzden de Marquez’in büyülü gerçekliğini ancak hakikat kavramıyla ilişkilendirirsek, onun edebiyatını fragmanlaştırmadan ve kategorilere ayırmadan anlayabileceğimizi düşünüyorum. Gerçeklikle büyüler arasındaki, büyülerle hakikat arasındaki ilişkileri ilmek ilmek örerek yani.

Bunu Meksikalı romancı Silvia Moreno-Garcia da söylüyor. Diyor ki “Kategoriler deli gömleği işlevi görmemeli, ancak büyülü gerçekçilik etiketi Latin Amerika edebiyatını özgürleştirmek yerine boğdu.”[14]

Bu yüzden büyülü gerçekliğe bir edebiyat biçimi değil, bir akademik kategori olarak bakabiliyorum. Bu, büyülü gerçeklikle bilim kurgu arasındaki farkı da ifşa eden bir şey tabii. "Büyülü gerçeklik" fantezi ögelerinin gündelik hayatın içinde olduğu kurguları tanımlıyor ama bence edebiyatın gücünü, tam da bu fantastik unsurların o eser içindeki konumu belirliyor. Çünkü burada fantastik unsurlar hiçbir zaman anlatılan dünyanın ana unsuru olmuyor, onun yerine fantastik unsurların o karakterler, o olaylar, o duygular için ne anlama geldiği önemli oluyor. Asıl büyülerden çok, bunu anlatabilmek gerekiyor. Yani fantastik ögeler, bir edebi metafor olarak kurgunun içinde kendilerine yer buluyorlar.[15] Bu yüzden bana sorarsanız Marquez’in alamet-i farikası ne büyüler, ne de gerçeklik. Zaten büyülü gerçeklik de öyle gerçekliğin üzerine dökülmüş büyü tozlarıyla edebiyatı buladığımız simler değiller. Marquez’in yaptığı, bir romanın içinde hem büyü kurmayı hem de büyü bozmayı adeta bir bağ bozumu gibi yapabilmesi.

Dizinin roman okuyucuları tarafından da sevilmesinin sebebi, yönetmenin romanın büyüsünün farkında olmasıyla ilgili. Çünkü büyülerle ya da salt teknolojiyle kurgulanan bir setten bahsetmiyoruz, oyuncularının anlatımına göre o kadar gerçek, hatta o kadar sürükleyici bir set kurulmuş ki, bazen oyuncular kurgunun nerede bitip gerçeğin nerede başladığından emin olamamışlar. Yaşlı Ursula’yı canlandıran aktrist mutfaktaki bir sahnede, kırdığı bir yumurtaya bakıp sahte mi gerçek mi diye düşünmüş, sıcak çikolata içtikten sonra havalanan rahip için stüdyoda teknoloji kullanılmamış da sette halatlar ve koşum takımları kurularak rahip havaya kaldırılmış. Yönetmenin tüm bunları neden böyle tercih ettiğini okuyunca, diziye biraz daha yaklaşıyorum tabii. Siyasal anlatıyı örtmüş olsa da yönetmen Mora şöyle diyor: "Marquez’in yaptığı şeyin, içine doğduğu dünyanın hikayelerini anlatmak olduğunu fark ediyorsunuz. Büyülü gerçekçilik akademisyenlerin kullandığı bir isim."[16]

The Guardian dizi üzerine şöyle yazıyor: “Yüzyıllık Yalnızlık: Kolombiyalılar ülkenin 'ulusal şiirinin' Netflix dizisini kutluyor.”[17]

Dizinin, ulusal şiir gibi okunan destansı bir roman için kutlama sebebi olup olmadığından emin değilim. Herhangi bir dizinin, Yüzyıllık Yalnızlık’ın hakkını tamamen vermesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Ama öte yandan hakkını vermesi gerekmediğine de inanıyorum. Çiçeği burnunda bir dünyayı anlatıyordu orada Marquez, canı olan eşyaları, dizginsiz düş gücünü. Yoksa uykusuzluk hastalığını anlatabilmek için “ateşböceklerinin ölgün parıltısıyla aydınlanan bir kasvet evreninde uyurgezerler gibi yürüyen ve ciğerlerine boğucu bir kan kokusu dolan” Macondolular’ı anlatmak kolay olmasa gerek.[18] Sonsuz bir hüzne bürünen dünyayı; birbirine aşkla değil ortak bir vicdan azabıyla bağlananları[19]; sadece kendi düşlerini değil ötekilerin düşlerine girenleri de görebilenleri; yaşama tutkusu kalmayan ama zoraki ölümü de kendine yediremeyen Aureliano’yu; bir dünyayı değiştirmek için yola çıkmayı; bu uğurdaki yalnızlığın katı kabuğunu; düşlerinin paramparça oluşundan çok, yaralarından acı duyanları; kötülüğün dünyada değil yürekte olduğunu; ama en önemlisi kendi yüreğinden korkmanın ne demek olduğunu[20] herhangi bir olay akışına ihtiyaç duymadan bu soyut ve edebi düşünceyle anlatabilecek bir sinematografik imge henüz icat edilmedi. Bu yüzden edebiyata hala ihtiyacımız var. Bu yüzden Yüzyıllık Yalnızlık hala bir roman.

Ama onu okuyanların aynı zamanda diziyi sevmelerinin romanı arkada bırakan değil de, bir zamanlar kendilerine yoldaşlık etmiş roman kahramanlarıyla yol boyunca yeniden karşılaşan insanların sevinci olduğunu düşünüyorum. Bu romantik bir sevgi elbette; çünkü dizinin, romanı siyasal içeriğinden soyutlayarak, başka bir dünyayı tahayyül etmeyi edebiyatla mümkün kılan politik gerçekliğinden boşaltarak sadece bir ailenin büyülü bir evrendeki hikayesiymiş gibi anlattığını düşünüyorum. Bunun tüm o evrenin güzelliğine rağmen edebiyatın dönüştürücü gücü adına bir risk olduğunu bilerek.

Romanın sonlarına doğru anlatıcı Macondo’da kalan birkaç gence şöyle diyordu: Yazılanlar bir daha yinelenmeyecek, geçmiş bitti, hafızanın geri dönüşü yok, geçen bir bahar asla bir daha gelmez, aşkın gerçek olanı en vahşi ve inatçı olanı. Ama hepsinden önemlisi, “insanlar birinci mevkide giderken edebiyat yük katarına atılırsa, dünyanın sonu gelmiş demektir.”

Çünkü edebiyat, biraz da bir ormanın içinde kıyıda köşede kalmış hayatlara da dikkat kesilmektir. Muz hevenkleri için çok uluslu şirketlerin katliam yaptıkları kasabayı, muhafazakarların oyunun kurallarını değiştirdiği seçimleri, bir çingene kızın hissini, oradan gelip geçiveren bir sirkteki yoksul ve yaşlı adamı da hafızanda tutarak dünyanın içinde yeni bir siyasal ütopya yaratabilmeye dikkat kesilmektir. Calvino’nun söylediği şey gibi, dizide olmayan bir şey  romanda var: Sonsuza kadar nefes alarak da nefessiz kalabilme imkanı. “Roman uzun süredir krizde.” diyor Calvino. “Ama kurgunun vücudunda diğer ifade araçlarından daha fazla nefes vardır.”  Bunu kurgunun sonsuza kadar nefes alacağı şeklinde yorumlayacağını zannederken, bir ters köşe yapıyor tabii: “Bu yüzden de roman sonsuza kadar krizde yaşayabilir.”[21]

Dizisiyle romanı arasında gidip gelirken Yüzyıllık Yalnızlık’ın bana söylediği şey galiba bu oldu. Aynı Marquez’in söylediği gibi bir romanda sonsuz kere birbirine çarparak yansıyabilen, sonsuza kadar krizde yaşayabilecek bir yaşam ütopyası vardır.[22] Başlangıçta Necatigil’in hatırlattığı şeye dönersem, dünya sizde hasar bıraktığında kelime kesikleriyle iyileşmek biraz da edebiyat. Yüzyıllık Yalnızlık bunu yapıyor, dizisi edebiyatla aynı güçte değil elbette. Dizi yetersiz olduğu için değil; edebiyatın, sürükleyici bir olay örgüsünden çok daha fazlası olduğunu bildiğimiz için.


[1] Selim İleri, Kırık İnceliklerin Şairi: Behçet Necatigil, Everest Yayınları.

[2] Öğrencisi Ergin Sander’e mektup, 20 Temmuz 1964, Mektuplar, YKY, 2001

[3] Italo Calvino, The Written World and the Unwritten World, Mariner Classics, s.119.

[4] Gabo, la creación de Gabriel García Márquez (Gabo: The Creation of Gabriel Garcia Marquez) https://www.youtube.com/watch?v=u-pvKboiqQ0

[5] Tartışmaları derinleştirmemi sağlayan Barış Özkul’a çok teşekkürle.

[6] https://newlinesmag.com/review/one-hundred-years-of-betrayal/

[7] Ki bu şirketi, Llosa’nın Türkçedeki son romanında da görüyoruz: Zor Zamanlar, Mario Vargas Llosa,  CAN YAYINLARI.

[8] https://www.theguardian.com/books/2024/dec/20/one-hundred-years-of-solitude-netflix-series

[9] Discovering the Value of Education in a Fantastical World: An Exploration of Magical Realism in a Contemporary Novel, O. Y. Pamungkas et al./ International Journal of Society, Culture & Language, 11(3), 2023.; Figlerowicz, Matylda, and Lucas Mertehikian. “An Ever-Expanding World Literary Genre:

Defining Magic Realism on Wikipedia.” Journal of Cultural Analytics, vol. 8, no. 2, May

2023, doi:10.22148/001c.73249.; Magical Realism: Fascinating world of evolving imagery, H.P.Suma.

[10] Franco Moretti, Modern Epic, s. 249-250; ELENA CRAȘOVAN, MAGICAL REALISM AVATARS IN THE ROMANIAN NOVEL Phases of Magical Realist Literature and the Distribution of Romanian Novels Therein.

[11] https://www.nobelprize.org/stories/magical-realism/

[12] The Fragrance of Guava, P. A. Mendoza in Conversation with Gabriel Garcia Marquez

[13] https://www.penguin.co.uk/articles/2024/03/magical-realism-guide-books-authors

[14] https://www.nytimes.com/2022/12/08/special-series/silvia-moreno-garcia-magic realism.html?login=smartlock&auth=login-smartlock

[15] https://writers.com/what-is-magical-realism-in-literature

[16] https://www.nytimes.com/interactive/2024/12/09/books/one-hundred-years-of-solitude-netflix-magical-realism.html

[17] https://www.theguardian.com/books/2024/dec/20/one-hundred-years-of-solitude-netflix-series

[18] Yüzyıllık Yalnızlık, Can Yayınları, Çev. Seçkin Selvi, Can Yay., s.12.

[19] s. 21.

[20] 290-299.

[21] Italo Calvino, The Written World and the Unwritten World, Mariner Classics, s.15.

[22] Gabo, la creación de Gabriel García Márquez (Gabo: The Creation of Gabriel Garcia Marquez) https://www.youtube.com/watch?v=u-pvKboiqQ0