Kendine Eziyet Etme Biçimi Olarak Solculuk
Erdoğan Özmen

Herhangi bir demokratik kitle örgütü, meslek örgütü, sivil toplum örgütü, dernek ya da sendikayı düşünelim örneğin. Belirli bir insan topluluğuna, bir meslek grubuna hitap eden, onları temsil eden, onların çıkarlarını, hakkını hukukunu ve taleplerini savunmak, ifade etmek, korumak ve geliştirmek için oluşturulmuş böylesi yapı ya da örgütler bolca -ve ne iyi ki hala- mevcut. Yetkili kurulları için belli aralıklarla seçim yapılan, ilgili insan topluluğu/meslek grubu tarafından belirli liste ya da grupların yönetime seçildiği, kendine göre bir iç işleyişi, yasal ve meşru dayanakları olan, çoğu insanın içinde yer aldığı, aşina olduğu, izlediği, sevdiği ya da kızgınlık duyduğu, değişik derecelerde muhatap olduğu örgütler bunlar. Sol/sosyalist, sağ, milliyetçi, muhafazakar vb. oldukça geniş bir yelpazede yer alan grup ve listelerin katıldığı seçimlerin sonuçları memleketin genel siyasi manzarasından tümüyle farklı biçimde gerçekleşebiliyor.

Sol/sosyalist duyarlılık, ilke ve değerlere sahip, dünyaya, topluma ve hayata sol/sosyalist düşünüş ve zihniyet dünyasından, onun eşitlik, özgürlük, kardeşlik kavramları içinden bakmaya çalışan gruplarla ilgili bazen şöyle bir gelişme oluyor: Belli bazı “meselelerde” her nasılsa anlaşamıyorlar ve farklı listeler ve gruplara bölünüyorlar. Söz konusu bölünme genellikle, tarafların birbirlerini fazla politize olmak ve politika yapmakla, ilgili topluluğun/kitlenin mevcut hassasiyetlerini kaale almamakla, örgütü dar bir alana sıkıştırmakla, bazı -politik- alan ve konulara gereğinden fazla ve aşırı vurgu yapmakla ya da tam tersi; vasata teslim olmakla, farkında olmadan egemen ideoloji, söylem ve usulleri benimsemekle, bazı temel değer ve ilkelere yeterince sahip çıkmamakla vb., vb. itham ederek gerçekleşiyor ( kişisel bazı hırs ve husumetlerin, güç ve iktidar hesaplarının geçerli olduğu örnekler de vardır kuşkusuz, ancak bunlar, hem anlaşılması görece daha kolay hem de ihmal edilebilir ölçülerde bana göre).  Böylece karşılıklı kalplerin kırıldığı, ilişkilerin ve dostlukların aşındığı, her türlü konuşma, müzakere ve diyalog zemininin ortadan kalktığı kaba ve yıkıcı bir süreç adım adım ilerliyor, genişliyor.  Bu yüzden bazen, daha güçsüz, küçük sağ/milliyetçi/ muhafazakar bir grup söz konusu örgütün yönetimine seçilebiliyor.

Böylesi gelişmeler karşısında üzüntümüzü ve moral bozukluğumuzu daha da derinleştiren bir tepki veriyoruz haklı olarak: Bir demokratik kitle/meslek örgütünde bile bir arada durmayı beceremeyen, birlik olamayan, kaç kuşağın onca emek, çalışma ve çabasıyla kurulmuş, biriktirilmiş ve bugünlere gelmiş örgütleri hoyratça çarçur etmekte beis görmeyebileceğini, o emanetleri hakkıyla muhafaza etmeyi önemsemeyebileceğini belli eden, böylesi bir özensizliği ve gözü karalığı kendine yakıştırabilen sol/sosyalist bir çevre/grup/topluluk kadar heves ve ümit kırıcı başka ne olabilir ki? Bir bakıma kendi kurucu iddia ve ideallerinden tümüyle uzaklaşmak değil mi bu?

Bir süredir, belli ölçülerde teselli edici bir etkisi de olan farklı bir bakış geliştirebilir miyiz diye düşünmeye başladım. Belki de öncelikle, herhangi bir demokratik kitle/meslek örgütünde bile bir arada duramayan, o feraseti, esnekliği ve kapsayıcılığı gösteremeyen solcular/sosyalistler klişesini terk etmeliyiz. Çünkü o düzeyde ya da herhangi sol/sosyalist bir parti ya da örgütlenmede aynı şeyle karşı karşıyayız ve belli bir siyaset anlayışı/kavramı ve tarzı ile ilgili bir mesele bu. Burada bir öncelik ya da hiyerarşi ilişkisi olduğunu düşünmekten vaz geçmeliyiz. Diğer yandan, yukarıda kabaca özetlediğim iki konum/görüş/tutum temelde aynı epistemolojik zemini paylaşıyor belki de. Her iki durumda da kendini bir tür aracı düzeyine düşüren, nesneleştiren bir tutum içindeyiz belki de. Ama diğer yandan her iki konum da bir tür vekillik/vekalet ilişikisi öngörüyor, kendini, varsaydığı mutlak bir hakikatin mutlak taşıyıcısı katına yükseltiyor, söylemini ve konuşmasını oradan üretiyor, bunu vehmediyor belki de. İlişki ve bağların, ortak hareket ve ortak varoluş tarzlarının ötesinde/üstünde, onlara önsel bir mutlak hakikat varsayımı ve o mutlaklık adına konuşulduğu/davranıldığı inancı/“hezeyanı” hem ürkütücü hem de çok ağır bir yük ve kendine eziyet değil midir? Acı bir kızgınlığın eşlik ettiği hayal kırıklıkları ve başka herkesin geri kafalı ve “eğitilmez” kategorisine kolayca tıkıştırılıverdiği üsttenci ve kibir dolu küskünlükler, varolan tüm bağlara saldıran hoyratlıklar tam da o ürkütücü mutlak hakikat vehminin/inancının yamacında zuhur etmiyor mu?