Kendine Eziyet Etme Biçimi Olarak Solculuk (3)
Erdoğan Özmen

Birisi öldüğünde birden, biz de aynı kalamayız artık. Bir yakınımızı, arkadaşımızı, dostumuzu kaybettiğimizde, olduğumuz kişi değilizdir artık biz de. Bir insan kardeşimiz, çocuklar öldüğünde, kahredici biçimde. İçimizde ve dünyada açılan boşluk “ben”i de ikiye bölmüştür çoktan. Bundan böyle, önceki zamanlar ve sonrası vardır. “O yok artık, değil mi?” ile “Bundan sonra, onsuz ben kimim”in aynı anlama geldiği bir yarıkta sıkışmışızdır. Çaresizlik içinde tekrar edip durmaktan gayrısının elimizden gelmediği, anlamını belki de hiç kavrayamayacağımız aynı sorunun iki biçimi habire yer değiştirir. Bu yüzden belki de, her yas aynı zamanda, vaktiyle olduğum kişinin kaybı içindir de.

Bir devrimci öldürüldüğünde, gözaltındayken işkencede, geride kalanlara ne olur? Yoldaşlarına, diğer insanlara? O ölümü, herhangi bir biçimde, kendi anlam dünyamızda kocaman bir yırtık oluşmadan dile getirmenin bir yolu var mıdır? Sahici, hakiki bir biçimde temsil etmenin bir yolu?

Sezai Sarıoğlu da “Yaram Derine Düştü”: Veliköylü Devrimci Öğretmen Cengiz Aksakal[1] kitabında aynı sorunun peşine düşüyor belki de. Özenli, titiz bir çalışmayla daha gerçek bir bellek ve tarih inşasına girişmesi, Cengiz Aksakal ve öldürülmüş diğer devrimcilerin mücadelelerini ve hayatlarını derin bir hürmetle aktarması, anılarını sevgiyle sahiplenmesi… Kitap boyunca tüm bunların yanı sıra varlığı sezilen, hatta belki söz konusu hikâyelerin tamamını daha derin bir düzeyde belirleyen ve mümkün kılan da aynı soru değil midir: Bir devrimci öldürüldüğünde ne olur? Bir devrimcinin işkencede, vakitsiz ölümü ne demektir? Bu benzersiz olayın bize söylediği, geride bıraktıkları nedir, onu nasıl anlamalıyız?

İnsan olmak, kendini insan yapmak kesintisiz bir süreç. Diğer insanlara duyulan güven, umut, inanç ve bağlılıkla ilerleyen; o güven, umut, inanç ve bağlılığın kalbindeki özgürleştirici itkiyi keşfeden, ona yaslanarak derinleşen olağanüstü bir oluş hali. Bir devrimcinin hayatının anlamı ve bize armağanı bu belki de: Dünyevi ya da uhrevi hiçbir iktidar, çıkar ve yarar beklentisi taşımaksızın söz konusu insanlık zemini ve kapasitesinin var ve mümkün olduğuna şahitlik eden, bunu ete kemiğe büründüren bir hayat. O hayatı yaptığını varsaydığımız şeylere tutunarak, geri dönüşlü olarak o hayatta temsil edildiğini varsaydığımız kapasite, erdem ve değerler sayesinde, onların ta içlerinden fışkıran göz kamaştırıcı ışıkla özdeşleşerek insanlığımızı çoğaltır, geliştiririz. Ondan sonra artık, silinemez ve yok edilemez bir biçimde orada var olmuş olan o izler ve referanslara rağmen, onları görmezden gelerek sürdürülecek bir varoluş mümkün değildir. Geri dönüşlü olarak inşa ettiğimiz o çıpalar ve atıflar sayesinde ilerler, umut ve hayal etmeyi sürdürür, öteki insanlara duyduğumuz inanç ve bağlılığı pekiştirir, oradaki aynı özgürleştirici itici gücü keşfederiz. Onların hayatlarının ve hatıralarının ilettiği şeydir bu; diğer insanlara doğru genişleyen bir borçluluk, şefkat, fedakârlık, sevgi ve sorumluluk duygusu. En derin insani bağların kurulduğu zemindir burası.

Bir devrimcinin hayatı insana ilişkin bir hakikati, belirli bir insanlık kavramını apaçık biçimde göz önüne seriyor, o hakikatin en berrak haliyle, parıldayarak ortaya çıkmasının yüce vesilesi oluyordur bir de: İnsanı arayacağımız yer, en derindeki ortaklaşmacı/dayanışmacı kapasite, yatkınlık ve potansiyeller, öteki insanlara beslediğimiz güven, inanç ve bağlılıktır. Cömertlik, işbirliği, yardımlaşma ve fedakârlıkla yoğrulan bu bağ ve ilişki düzlemi aynı zamanda yeni bir varlık ve amaç sahasının açıldığı yerdir: Haysiyetli bir varlık olarak kalma ısrarı/inadı ve sadece kolektif biçimde üretilen/icat edilen kendi hakikatine sadakat.


[1] İletişim Yayınları, 2024.