Neslihan Cangöz’e, dostlukla…
***
Geçen haftalardaydı, Tanıl Bora seveceğimi, hatta belki hakkında yazmak isteyeceğimi düşündüğü (Kürt meselesiyle ilgili) bir kitabı yayınevinden arkadaşlara yollasınlar diye tembihlemiş, sevindim; kendimi birden mühim bile hissetim, tabii derhal buharlaştı bu gelgeç his. Akşamına adres ve sair şeyler için Dila Ateş yazdı (artık içerdeki bağlantım o), heybeye Barış Bıçakçı’nın son romanını da koymasını rica ettim, kırmadı, birkaç güne iki kitap da geldi çalıştığım yayınevine. Kargo paketinden çıkıp da sere serpe masamdalar artık, Hobbes’un Leviathan’ını yayıma hazırlıyorum (neyime güveniyorsam), üstelik mübareğin derdi sanki beni tutmuş, son günlerde kafam cıvık çamur gibi, göz ucuyla arada bakıyorum yeni gelen derya kuzularına, pır pırlanıyorum, mesai bitimi atıp çantama birini çıkacağım, sonra ver elini Üsküdar! İyi de hangisini almalıyım yanıma: ikilemde kalıyor, tereddüt ediyorum; külkedisine dönmüş yüreğime bir parça sıcaklık yeter oysa...
***
Kürt meselesiyle ilgili olanı alasım geliyor, iki cümle de ben kurarım, sustukça daha da sefilleşen vicdan da yatışır belki, malum yine süreç zamanları, hatta belki birkaç da analiz serpiştiririm araya, hazır Hobbes da ruhumda çalkalanıyorken; sözgelimi adamın siyaset için sarf ettiği şu elmas gibi yoğun ve tüy kadar hafif sözü, Kürt meselesine ilişkin aklımdaki yekûne dadanıp duruyor: “tutkuların alevi anlayışın ateşini körükleyemez.” Kamaşmamak, kilitlenmemek elde değil. Gir bu sokağa diyor içimden bir ses: “anlayışın ateşini” barış, özgürlük ve demokrasi mücadelesi; çatışma ve savaşıysa “tutkuların alevi” diye tartışıp üstüne bir de “tutkular cumhuriyeti” türünden bir mecaz kotar… Fiyakası da caba... Koca meseleyi bir anlayışsızlık meselesi olarak kodlayıp yolunu kaybet, hatta tüm bildiklerini unut… Ama kökleri bozuk bir Türkiyeliyim neticede, problem –çetin ceviz bir cümle- kapıya dayandığında sıvışmak eskilerden öğrendiğim bir ata sporu. Yetmez gibi eğitimliyim de, her türden rezilliğe başta itiraz eder, sonda kabullenirim; bırakıp bir kenara Kürt meselesini de alevli tutkuları da, bizzat Hobbes’a bile sataşırım, boşuna mı Bahtin’le geçen onca gece: adam iyi güzel de kurduğun bu erotik cümledeki içkin ve sakin tutkuya, kelimelerin gerisinde titreyen alevlere ne demeli? Ata sporunda ilk hamle sıvışmaksa ikincisi de sulandırmaktır, ne çare…
***
Yok, Kürt meselesiyle ilgili içi tıklım tıkış boş bir çuval gibiyim, son günlerde yazılan şiirlerden sonra hele, gelmiyor içimden artık tek bir dize bile, hoş gelse de bir şey bir baraj gibi dikiliyor önüme. Ne ola ki..? İkide bir gözaltına alınıp hapse girip çıkan, Yeni Yaşam’dan arkadaşım Ahmet Güneş’in leziz romanı Viskiring’de geçen bir laf: “babamızın malı halkımız.” Evet, galiba bunun gibi bir şey: “babamızın malı halkımız” hakkında ne yumurtlayabilirim ki, söylenmemiş… Tabii buradaki söylenmemiş söz ihtirası da başka bir zavallılık: oysa ha gayret biraz daha tekrar, bir tekrar daha, çok sonra kırılacak bir uğursuz döngü için bir kez daha tekrar: nihayet farkın ütopik imkânı, demokratik tahayyülün zincirlenmiş ufkunda; o da belki, hatta keşke... Henüz tek sayfa dahi okumadan gelen tüm bu ön-saçmalıklar sinizm bile değil, düpedüz küstahlık…
***
Hayırsız evlatların da demokratik toplumlarda yeri vardır diye düşünüp halkımızdan özür dileyerek (tabii haberi yok), Barış Bıçakçı’nın romanını kapıyorum; alıcı bir kuş gibi sinsi ve kararlıyım… “Babamızın malı halkımız” da Hobbes hazretleri de biraz dursun, bu kısacık firar teşebbüsünün (edebiyat daima bir kaçak dövüşü, farkındayım) kime ne zararı var, hem bir şeyleri az biraz unutsam, bıraksam kendimi hazzın karanlık sularına, fena mı olur… Bir de kaçsam uzaklaşsam nereye kadar, ne de olsa Uyar’ın şiirinde geçtiği gibi: “ben şimdi gelirim.” Ama gelir miyim sahiden? Aslında hiçbir yere kaçmak da sığınmak da mümkün değil, zira sahnenin dışından değil, çoğun altından, ücra bir şiirde yahut romanda da, tıpkı hayatın oralarında buralarındayken olduğu gibi, ufacık bir haz ihtimaline henüz elini bile uzatmamışken, çatırtılarla yükselen o boğuk ve kemikli ses: ez li vir im…
***
Bu kadar yalan yeter. Ben kim bir taşla iki kuş vurmak kim? Hem kaçırdığım kuşlar da attığım taşlardan hep daha değerli… Politikadan da pek anlamam zaten, bu da yalan… Aslında Bıçakçı’nın kitabının adını duyar duymaz çarpılmıştım, şuramda bir yer inceden sızlayıverdi, masamdaki hurufat yığını arasında da bakışlarım gidip gidip geliyordu zaten; dünyanın tatsız şimdisinden, kalabalıklardan, bitmeyen hayat dertlerinden uzaklaşmak isteyen ruhum kitaba çekiliyordu, usul ve dağınık: Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin. Hüzünlü, iddiasız bir ironi bu, ya da sis ortasında yapayalnız bir çan: yeni gelen okurlar. Az daha yüklenilse kırılacak camdan bir tebessüm, takatsiz ironinin getirip getirebileceği… İnsan tabii bu imkânsız kümeye, yeni gelen okurlar dünyasına dahil olmak istiyor ama ne mümkün, hüzün de burada zaten: yeninin yerinde yeller esen, uç verir vermez eskidiği bir varoluş. Dünyaya yeni gelmiş okurun masumiyeti, çocuksuluğu, öğrenmeye açıklığı, anlamı sıfırdan kuran, hazzına suçu bulaştırmayan tutumu; ironinin gözüne kestirdikleri bunlar mı? Öyle varsayalım, bilhassa haz ve suç arasındaki netameli diyalektik: şuraya gelene kadar kurduğum çürük çarık cümlelerin derdi bile suçu kapı dışarı etmek değil, hazzı meşrulaştırmak. Ne var ki, dünyaya yeni gelmiş bir okur olmamın imkânı yok çünkü dünyaya yeni gelmiş bir yazar ya da herhangi bir yazı da yok. Bu hüznün bende Arendt’ten gelen bir darbesi de var, çok önceden aldığım: genelde kültür nesnelerini, özelde herhangi bir klasikleşmiş metni, ilk kez biz okuyormuşuz gibi, daha önce hiç karşılaşılmamış, yorumla kirletilmemiş gibi yeniden tecrübe etmekten bahsediyordu Arendt. Haylaz aklım Bıçakçı’nın hazzı değil, suçu örtbas eden ironisini tersine bükmekte bir beis görmüyor, şunu deseymiş de olurmuş: Çoktan Ölmüş Okurlar İçin… Ölüler yazamadığı gibi okuyamaz da. Ciddileşmeye, kaş çatmaya gerek yok o zaman. Hem hüznün fazlası komediye, hatta maskaralığa varır (her şeyi de biliyorum), bu koridordan çıkmalı, kaldı ki haz ve suç diyalektiğini dengeleyen bir başka denklem daha var Bıçakçı’da, mahcup ironiye nefes aldıran: güzellik ve hakikat arasındaki ilişki…
***
Hazzın geri çekildiği, suçun at koşturduğu bir düzlemde cümle çatmak, edebiyat yaparken güzelde ısrar etmek ve tabii bu ısrarın gerisindeki ideolojik-politik bagaj… Sıradan ve basit hazlara düşen gölge yalnızca gündelik hayata değil, bizzat yazma edimine de çöküyordur:
“Dönercinin duvarında büyük ekran bir televizyon varmış. Daima açıkmış ve haber kanalına ayarlıymış. ‘Son günlerde, ne zaman şöyle ağız tadıyla bir döner yiyeyim diye gitsem televizyonda hep felaket haberi oluyor,’ dediniz. Patlayan bombalar, çöken madenler, açlık grevleri, denizde boğulan mülteciler, savaş… ‘Küçük zevklerin karşısına hep büyük acılar çıkıyor. Lokmaları yutmak gittikçe zorlaşıyor.’”[1]
Kitabın kendisi de bir dönerci dükkânı bana kalırsa, ya da okurlarının çoğunun elden ayaktan düştüğü, kimilerinin “bastonlarla” kimilerinin “yürüteçlerle” geldiği, takma dişlerin takır takır ağızlarda oynaştığı bir bakımevi: “lokmaları yutmak gittikçe zorlaşıyor.” Ama sadece lokmalar mı, cümleleri yutmak da öyle. Vay haline okurun! Yazarın kaygısına inanmalı mı: Dili irili ufaklı felaketlerden, cümleleri “büyük acılar”ın tazyikinden kurtarmaya çalışırken gösterilen o çaba? Artık bütünün, yapının, hatta hikâyenin de pek bir anlamı yok, Bıçakçı’da bir birim olarak müstakil cümlenin yangından kurtarılması başlıca problem. Zarif cümle imalatı Bıçakçı’da hep vardı, ama bu son işte tikel cümlenin varoluşu da sallantıda gibi, sadece yeni gelen okurlar değil, bizzat yazarın kendisi de kurulan cümleler karşısında ikircikli sanki; uzun ve daha lezzetli cümlelerin değil, tadında bırakılan, fazlasına tamah etmeyen, daha rafine ve kısa cümlelerin köşeye kurulduğu bir metin: bu daralmanın, bu yer yer somurtkan mizahın, bu edanın çalımın nedeni ne? Bilmiş bilmiş ahkâm kesmeye, sosyoloji paralamaya gerek yok…
***
Sabah işe kalmam lazım. Evde okumaktan hiç hazzetmem, yatakta okumak hele, sinir olurum; havalar soğuk, el mahkûm, bir de memleketten gelen depremzede yaşlı anne ve babam, “halkımızdan” iki can, kayıplar şunlar bunlar, soğuklarda titreyen kediler gibi yayılmışlar iki göz bahçe katı haneme, ne eksiğim var, benim de my home is my castle; kalenin duvarlarında çoktan gedikler açılmış ama. Tevekkül de bir direnmedir. Arada bu ikisini ayaz vuran bahçeye kapatmak gibi parlak fikirler peyda oluyor, aile karşıtıyım da hem; behemehâl sönüyor ama bu kandil; Veysel Karanî imgesinden geriye kalan çapaçul ve başarısız bir Freud vakasıyım, olsun. Biliyorum, uykuma mal olacak, kafamın içinde fır dönecek onca görüntü, ama hâlâ okuyorum Bıçakçı’yı, birbirine düğümlenen cümleler inatla zevk veriyor, “sımsıcak ama paramparça” bir haz... Kendimi suçlamaya mecalim yok…
***
Güç bela kalkıyorum, kitap bitti, kızgınım Bıçakçı’ya; şaibelilerle, suçlarla cebelleşen, büyük ve heybetli olayların değil, alelade yaşamlar için kurulan cümlelerin zarafeti sadece damağıma değil, dimağıma da hücum etmiş meğer: açısına denk düşen, güzeli simetriyle duyuran görüntüler geçidi: çok akıllıyım tabii, Oktay Rifat şiirinin romandaki tezahürü gibi şeyler yazmışım sayfa kenarlarına, yalnızca bu mu, bir de bölüm kapanışlarındaki “bunu sizden öğrendim,” tekrarlarını Cemal Süreya’nın “keşke yalnız bunun için sevseydim seni,” dizesine iliştiriyorum; etim ne budum ne oysa! Üstümü başımı giyiniyorum, ananım yanaklarından bir makas alıp Allah’a emanet olup akşama kadar da olsa evi terk ediyor, işe gidiyorum…
***
Melih Cevdet’in nefis dizeleri kapıdan çıkar çıkmaz ensemden yakalıyor: Sokağa bir diyalog gibi çıkıyorum / Umrunda değilim gecenin.” Gece ya, dün gecem, söylenmeye başlıyorum, buna da diyalog diyorum tabii: alacağın olsun Barış Bıçakçı; yolladığın son mektuptaki (çok özel, ifşa edemem) sol kroşe yetmez gibi, bir de ansiklopediler, kendini biricik sanan öykü yazarları, âşıklar, dönerciler, günlük tutanlar, taşları boyayanlar… Şehrin hengâmesi başlarken, buruk ve kesik de olsa bir tat var içimde, onu düşünüyorum en çok; ironi karalar bağlamamış belki ama kendini sanki birden yersiz hissetmiş gibi, daha kıvamlı, daha içe işler olsa da: bir şeyler Bıçakçı’nın canını mı sıkmış acaba, sigaraya mı başladı yoksa, arada sırada öksüren bu cümleler neyin nesi? Her şeyi anlamak zorunda değiliz, zira anlamak çoğun sevmeyi değilse de bağışlamayı, o pis iktidar konumunu davet ediyor, lüzum yok…
***
Tatlı tatlı öksüren cümleler, şiirin sularına girip çıkan izlenimler, ritmin kopmuş telleri, ama alttan alta uzun bir inat, tıpkı bir davaya tutunmuş gibi: güzelin davası. Öyle görünüyor ki, eldeki son erdemdir güzellik. Bıçakçı’da yitirildiğinde kazanılıyordur güzellik, muhafaza edildiğinde değil. Zarafetin de kendi iddiası var tabii. “Yıkım, açlık ve sefalet” bir cümlede cisim bulmaya çalışırken iknanın da gerçekliğin de bir ehemmiyeti kalmıyor: ister göstererek ister temsil sahtekârlığıyla olsun; anlatmak çünkü –genel manada- elden ayaktan kesilmiştir. Ama bu sonsuz bir imkândır da cümleyi yeniden baş tacı etmek için; Bıçakçı’daki cümle zarafetinin müthiş ustalığı: bağlamı unutturmak. Ölü okur da zaten bu unutuş sayesinde az biraz canlanıyor, okumaya çekiliyordur; bölgesel, karıncalandıran ama yoğun elektrik şoklarıyla. Hazzı ve oradan hareketle de hakikati duyumsatmayı bağlamın unutulmasına borçludur tikel cümle.
***
Sabahtan beri geveliyorum cümle falan derken, sözü rahmetli Fredric Jameson’ın yaptığı son mülakattaki şu fikirlere getirmek istiyordum aslında:
“Biçim incelemeleri konusundaki mühim bir şeyin her şeyden önce şu olduğunu söyleyebilirim: dilbilimin (gramerin) kendisi bir biçim olarak cümle tarafından sınırlandırılmıştır. Cümleler insanların dünya görüşleri ya da ideolojileriyle kaynamış değildir. İlle de bu iki şeyi birbirinden ayırmak gerekiyorsa cümleler insanların ideolojik sorunlarına, daha derine gidersek psikanalitik sorunlarına yönelik birer çözümdürler.”[2]
Bu ideolojik ve psikanalitik sorunları ve çözümleri uzmanları düşünsün. Jameson’ın düşüncelerini Bıçakçı’nın romanına, cümle ekonomisine, imaj ve imge tasarrufuna musallat etmeyeceğim, hem söylemiştim sıvaşmak milli spor, gerçi yetirince açık laflar, koltuk değnekleriyle de olsa okur feraseti diye bir şey de var... Sadece şu belki: Bıçakçı’nın romanını okuduğum sıra denk geldiğim bu mülakatla taşlar az biraz yerli yerine oturdu; uykuya, dalgınlığa kaçan zihnime ilaç gibi geldi Jameson; tabii gökten düşmedi bu elma, yayınevindeki halis arkadaşlarımdan Deniz Resul arada bu türden ikramlar uzatıp oku da az adam ol, kafayı çalıştır diyor; kadın haklı, leyla gibi dolanıyorum ortalıkta, şiirdi, romandı, şuydu buydu…
***
Jameson’dan önce bir de Thomas Mann makalesi verdiydi Deniz, yine başlığına vurulduğum bir parça: “What Is German?” 1944’te yazmış Mann bu yazıyı, faşizm meselesi üzerine bir deneme. İnsan olmak, evrensel değerler, kötülük ve demokrasi gibi ağır problemleri tartışıyor Mann, ama o kendine has muzip retoriğiyle, hem dil hem de bir ulus çağrışımıyla yüklü bu başlık hele, can evimden vurdu beni: “Alman Kimdir” değil de “Alman Nedir” diye sormak bence inanılmaz kuvvetli bir çıkış: ironi diyorduk, Bıçakçı’da ve elbette Thomas Mann’da; acaba diye düşündüm şimdi, Kürt meselesiyle ilgili kitabı mı alsaydım yanıma…
[1] Barış Bıçakçı, Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin, İstanbul: İletişim Yayınları, 2024, s. 50.
[2] Fredric Jameson, The Art of Criticisim, No: 5, söyleşi: Benjamin Kunkel, 2024.