8 Mart: Çatlak Aynalardan Sızan Kadınlar ve LGBTİ+’lar
Işıl Kurnaz

Doris Lessing’in anlatılarını bilirsiniz değil mi? Sadece romanlarını değil, kendi hikayesini dokuyabilmekteki hünerini. Tenimin Altında’da[2], bir insanın kendisine bezdirici retorik sorular sormadan ve kendiyle çok meşgul olmadan, nasıl kendisini anlatabileceğini gösterir. Çünkü insanın kendisine baktığı kırık aynaları işaret eder. O kırık aynaların çatlaklarından kendine bakabilmek, oradan gördüğü o kırık dökük yansımayı, o rafinelikle yazabilmek başka bir hünerdir tabii. Hele de bunu hareketin içinde bir hikaye olarak yazıyorsanız, kendiniz kadar kendinizi dışarıya alarak da bakabiliyorsanız. Lessing, işte o yüzden tarihi koşullu bir saygıyla okuduğunu söyler. Yani büyük olaylara küçük çapta karışmış birinin koşullu saygısıyla: “Çünkü bu hikayelerin nasıl hemen çatlak aynalar gibi dağıldığını biliyorum.”

Bu çatlak aynalar, büyük olaylara küçük çapta katılmış o büyük yürüyüşün adımlarını hatırlıyorlar bana. Güven Güzeldere’nin 8 Mart için yaptığı Açık Radyo’da Aksu Bora’yla bir sohbeti var.[3] Güzeldere orada şöyle bir soru soruyor: “Kadın ve LGBTİ+ hareketinin iğneyle kuyu kazar gibi elde ettiği kazanımların üzerinden buldozer gibi geçmiyorlar mı?” Aksu Bora’nın söylediği şey, o iğneyle kazılan kuyuların nasıl bir yürüyüş yolu açtığını hatırlatıyor galiba. O büyük yürüyüşün içindeki her bir kadını, her bir LGBTİ+’yi yaşamın içine yerleştiriyor ve onların, o yürüyüş başlamadan önce ve bittikten sonra yapıp ettiklerinin kocaman kelebek etkisini gösteriyor. Sonra biri elbette onların üzerinden buldozer gibi geçiyor ama aynaları ne kadar çatlatırsanız çatlatın, onun bir kırık parçası dahi gerçeği göstermeye yetiyor.

Doris Lessing’in kendi hikayesi diye anlattığı şey aslında hiçbir fotoğrafı olmayan anneannesinden başlayan bir kadınlar hikayesi. Şöyle diyor: “Kadınlar çoğu zaman hafızalardan, sonra da tarihten silinir giderler.” Aslında bu yüzden tarihi koşullu bir saygıyla okuduğunu söylüyor, çünkü var olanı silemezsiniz. Aksu Bora’nın program boyunca aslında feminizmin sadece cinsel kimliklerle değil, her şeyle ilgili bir şey olduğunu hatırlatması bundan. Çünkü haklar geri alınabilir, mücadele dediğimiz o parçalı, dağınık çokgen sekteye uğratılabilir, önümüz biraz karanlık ve karamsar elbette olabilir. Ama hukuk, hak mücadelesinin sadece tek bir yüzüdür.

8 Mart’a bir tür düşmanlık yasa taslağı haberleriyle girdik, biliyorsunuz. Kaos GL’nin haberine göre[4], Türk Medeni Kanunu ve Türk Ceza Kanunu’nda yapılması planlanan değişikler var. Bunlar çok kapsamlı düzenlemeler ve içinde bazı suçlar için ceza arttırımları da var. Türkiye’deki cezasızlık sorunu, cezaların miktarıyla değil, infazıyla ilgili bir sorun tabii ama bunun nasıl bazı makyaj hükümleriyle kapatıldığını, o makyajın arkasında ise uzun zamandır birtakım grupların[5] talep ettiği değişikliklerin getirildiğini görüyoruz. Biyolojik cinsiyet kavramını kanuna yerleştirmek bunlardan biri. Habere göre “hayasızca hareketler” başlığını taşıyan suç şöyle: “Doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunmayı alenen teşvik eden, öven veya özendiren kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” Kadınların ve LGBTİ+’ların, bir hukuki kategori olarak genel ahlakla imtihanı ezel ebed bir mücadeledir malum ama bunun bu kadar marazileşerek hukuki norm haline getirilmesi bir başka paradigmaya işaret ediyor.

Bu öyle bir paradigma ki söylenen değişiklikler hayata geçirilirse, Türkiye’de 1980’lerde dahi var olan haklar yani “kazanılmış haklarımız” geri alınacak. Çünkü söylenen düzenlemeye göre örneğin, cinsiyet uyum ameliyatı olabilmek için Anayasa Mahkemesi’nin daha önce, ameliyat öncesinde bir kişiye karşı gereksiz müdahale anlamına geldiği için iptal ettiği “üreme yeteneğinden sürekli yoksunluk” şartı geri getirilecek, yurtdışında ameliyat olunduğunda ameliyat izinsiz yapılmış olduğu için ceza söz konusu olacak. Halbuki 1980’lerde dahi yurtdışında cinsiyet uyum ameliyatı olunduğunda adli düzeltmeyle nüfus sicilinde işlem yapılabiliyorken, bugünün düzenlemesinde bu ameliyatı izinsiz olmak ceza kanununun konusu haline getirilecek. Üstelik mezkur “suç”, kişinin kendi bedeni üzerinde işlendiği için suçun failiyle mağduru da birbirine karışmış olacak.

2025 yılı Aile Yılı olarak kurgulandı.[6] Kadın ve LGBTİ+’lara karşı düşmanlığın Türkiye’de bu kadar görünür olması, bu aile yılının nasıl bir yıl olarak planlandığını da gösteriyor. Ailelerin derin yoksulluk içinde yaşamalarıyla değil, Türkiye’deki kayıtlı işçilerin neredeyse yüzde 50’sinin asgari ücretle çalışıyor olmalarıyla değil, Modern Kölelik İndeksi’nde[7] Türkiye’nin çalışma koşullarının modern kölelik olarak anlaşılabileceği dünyadaki 5. ülke olmasıyla değil, ailelerin geçim derdiyle değil, kadınların en çok aile içinde şiddete maruz kalmalarıyla değil de, kadınların ve LGBTİ+’ların kazanılmış haklarıyla uğraşan bir aile yılı. Öte yandan bunun sürekli önümüze getirilen ve uygulama yoluyla çoktan norm halini almış etki ajanlığı suçuyla, halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma ve halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçlarıyla beraber okunduğunu düşünelim. Böyle okunduğunda bir tür kapan gibi toplumsal hayatı, kadınları ve LGBTİ+’ları kıstıran yapıyı da görmek mümkün oluyor. Üstelik bu yapı küresel bir anlatının da kendisi. Çünkü benzer şekilde Trump 2.0 dönemi[8] de 20 Ocak’ta bir Başkanlık Kararnamesiyle başladı. İsmi, “Kadınları Cinsiyet İdeolojisi Aşırılığından Korumak ve Biyolojik Gerçeği Federal Hükümete Geri Kazandırmak”[9] Burada kadın mücadelesini ikiye yararak ve kadın haklarını kullanarak LGBTİ+’ları kriminalleştirmek de, sadece bir tür makbul kadınlığın kabul edilmesi anlamına geliyordu. Bu tür bir saldırıya karşı mücadelenin iç içe geçişliliği de, çok boyutluluğu da bundan.

Eğer haberdeki yasa taslağı gerçekten bu şekilde getirilirse, bunun kadınlar ve LGBTİ+’lara karşı toplumsal ayrımcılık ve düşmanlığı körüklemesinden, örgütlenme özgürlüğünü iyice daraltmasından daha başka bir sorun, yapısal bir kuvvetler sorunu. Çünkü getirilmek istenen maddeler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadı ve Anayasa Mahkemesi kararıyla halihazırda iptal edilmiş bazı hükümlerin da yeniden diriltilmesi anlamına geliyor. Bunun bir tür yargısal mesaj olduğunu, Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararlarının ve AİHM’in bağlayıcı kararlarının Türkiye’deki etkisizliğinin siyasal davranış haline geldiğini söylemeye galiba gerek yok.

Yine de SPOD LGBTİ+ Derneği’nin[10] söz konusu taslağa karşı hazırladığı açıklamanın hashtag’i #hepimizhedefteyiz; Kadın Koalisyonu’nunki[11] #buradayızdireniyoruz. Bu bana Aksu Bora’nın konuşmasındaki karamsarlıkla iyimserlik arasındaki sarkacı hatırlatıyor galiba. Terry Eagleton’un iyimser olmayan umut dediği şey gibi.[12] Eagleton bunu kurgularken aslında şunu söylüyordu: İyimserlik, umudun ihtiva ettiği gayret gerektiren sorumluluktan azade bir duygudur. Bu da önümüz karanlık olduğunda, sarılmamız gereken duygunun iyimserlik değil de, sorumlulukla bezeli bir umut olduğunu gösteriyor haliyle. Bir tür yolunuzu aydınlatan fenerin ışığını neyle açacaksınız sorusu.

O ışıktan Doris Lessing’e tekrar dönelim, ne de olsa 8 Mart! O, kadınların hafızalardan nasıl silindiğini yazarken, kadınların tarihini, bir dağa tırmanırken her dönemeçte farklı bir manzarayla karşılaşmak gibi okumayı önerir. Ama der; “manzara ustalık isteyen bir meseledir.” Çünkü doğduğumuzda anılarımız olmaz, hayatımızı ve belleğimizi büyük yürüyüşte oluştururuz, geçip gittiğiniz manzaralara bakarak, halihazırdaki gerçekleri anlamaktan çok o gerçeği oluşturan atmosferi soluyarak. Bu yüzden de bitimsiz, bu yüzden de direngen bir yürüyüştür o.

Nijerya’da eşcinsel evliliğin yasaklanması yasası, eşcinselliğin ve eşcinsellere destek veren örgütlenmelerin de yasaklanması ve kriminalize edilmesiyle sonuçlanmıştı. Romancı Chukwuebkua Ibeh bu atmosferi de içine alan romanı Blessings’i 2024 Haziranı’nda yayımladı. Bu Obiefuna’nın hikayesiydi. Bireysel kimliklerin sıkıştırıldıkları kabuklarda çatlaklar yaratmasından sonra aile bağlarına, toplumsal beklentilere ne olduğunu anlatıyordu bu hikaye. Şöyle yazıyordu Obiefuna: "Bir çocuğu sevmek bir şeydir, ancak aynı çocuğun sevildiğini hissetmesi tamamen farklı bir şeydir. Ev, bir çocuğun koşullu olarak sevildiğini hissetmesi gereken son yerdir."[13]

Evi, bir ülke gibi kuruyorum. Bir ülke, belki de insanların koşullu olarak sevildiğini hissetmesi gereken son yerdir. Ülke ile vatan arasındaki boşluk belki de tam da bu sorunun üzerindedir.  Bu bana Benin’i hatırlatıyor bir yandan, Afrika’nın bir başka ucunu. Dahomey belgeselinde[14], eskiden Dahomey’de yani Benin’de olup sonra Paris’e kaçırılan tarihi eserlerin tekrar anavatanlarına dönmesi anlatılır. Belgeselin sorduğu soru, mücadeleler arasındaki çapraz bağları da açığa çıkarır. “Sahiplerinden çalınan eserler, yokluklarında kendini baştan yaratmış bir ülkede nasıl karşılanmalıdır?” Ama bana sorarsanız bu sorunun sonu, sömürgecilik anlatısından başka bir yere de çıkıyor. Çünkü kendi dilleriyle konuşmaya başlayan o nesneler, şöyle bir şey söylüyorlar: “Kendi özümüzle bağlantı kurma hakkımız çalındı.” Bu şunu da gösteriyor haliyle: Bir şeyin yokluğunda da kendini baştan yaratmak mümkün.  İşte bu yüzden hukuk, hak mücadelesinin sadece bir yönü. Kendi özümüzle bağlantı kurma hakkımız, bir ülkenin insanları koşulsuz sevmesi denilen şey henüz hiçbir hukuk metnine girmedi ama öte yandan 8 Mart’ın büyük yürüyüşü hala mücadelenin dinamiğini belirliyor. Orada bir mücadelenin büyük yürüyüşçüleri, ülkeyi hepimizin vatanı yapmak için büyük küçük çizikler atıyorlar tarihe. Böylece hafızalardan ve tarihten silinmemenin yollarını açıyorlar. Hani o iğneyle kazılan kuyular gibi, hani o bir dağa tırmanmak gibi. Hani tırmanarak dışarı çıktığınızda arkanızda bıraktığınız yolun ne kadar uzun ve önünüzdeki manzaranın ne kadar bitimsiz olduğunu görmek gibi.


[1] Hukukla mücadele arasında kurduğum bağları sağlamlaştırmamı sağlayan ve bunu yazmak konusunda teşvik eden Aksu Bora’ya, her zamanki sonsuz desteği ve fikirleri için Tanıl Bora’ya; Blessings romanıyla beni tanıştırdığı ve üzerine uzun uzun konuşmamı dinlediği için Onur Kılıç’a sonsuz teşekkürlerimle.

[2] Doris Lessing, Anılar, Kırmızı Kedi Yayınevi, Çev. Dilek Berilgen Cenkciler

[3]Aksu Bora-Güven Güzeldere Sohbeti:

https://open.spotify.com/episode/4m6yURQPxBSAbDfNwfA42k?si=299facc1f8124101

[4]Haber;https://kaosgl.org/haber/lgbti-lar-medeni-kanun-ve-ceza-kanunu-nda-yapilmasi-ongorulen-degisikliklerle-hedefte; Pembe Hayat yasa taslağını Bilgi Edinme Başvurusu kapsamında sordu: https://kaosgl.org/haber/pembe-hayat-lgbti-karsiti-kanun-teklif-taslagini-adalet-bakanligi-na-sordu

[5] Buna ilişkin bir çalışmayı, Ayrımcılığa Karşı Gökkuşağı Derneği ile beraber Toplumsal Cinsiyet Karşıtı Anayasal Anlatıları Okumak başlığıyla raporlaştırmıştık:

https://www.coalitionrainbow.org/public/library/document/toplumsal-cinsiyet-esitligi-karsiti-anayasal-anlatilari-okumak-675707e679d3d.pdf

[6] Aksu Bora, Aile Yılı: Mission Impossible, 11 Ocak 2025 Cumartesi, Birikim

[7] The Global Slavery Index 2023, https://cdn.walkfree.org/content/uploads/2023/05/17114737/Global-Slavery-Index-2023.pdf

[8] Francis Fukuyama, Trump 2.0, https://www.youtube.com/watch?v=SqjWOBXdlko

[9] https://www.whitehouse.gov/presidential-actions/2025/01/defending-women-from-gender-ideology-extremism-and-restoring-biological-truth-to-the-federal-government/

[10] https://x.com/spodlgbti/status/1897571442973171992

[11] https://x.com/kadinkoalisyonu/status/1896579349714780418

[12] Terry Eagleton, Hope without Optimism, Yale University Press (Ekim 15, 2015); Türkçesi İyimser Olmayan Umut, Ayrıntı Yay., Çev. Emine Ayhan, 2017.

[13] Chukwuebuka Ibeh, Blessings, Penguin Press, 2025.

[14] https://film.iksv.org/tr/kirkucuncu-istanbul-film-festivali-2024/dahomey